“Ben”liğe rağmen var olabilmek
Farkında olalım ya da olmayalım, insanlar aslında büyük bir benlik oluşturma krizinde. Hiç bitmeyen bir konserde kendi sesini duymaya çalışıyor ve belki de daha da kötüsü kendi sesinin nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyor.
Tüm bu başı sonu belli olmayan arayış, özünde insanın araç olan her şeyi amaç haline ve daha da vahimi benliğinin temel bir unsuru haline getirmesine dayanıyor. Derinde hissettiği aidiyetsizliğin sebebinin “sahip olmak” ve “kullanmak” arzusundan geldiğinin farkında olmadığından tüm tatminsizliklerini yeteri kadar sahip olamamasına yoruyor. Aslında nesnelere olan bağlılığı ve bağımlılığı ile zaman içerisinde kendisini de bir nesneye dönüştürüyor ve Erich Fromm’un ifade ettiği gibi yalnızca çürümeye mahkûm olmakla kalmıyor aynı zamanda diğerleri için de tehlikeli bir hal alıyor[1].
Sanırım insan tüm temel değerlerini ve hedeflerini nesneler üzerinden kurduğunda kendine de yaşama da yabancılaşmaya mahkûm hale gelir. Çünkü kendine yalnızca sahip oldukları ve olmadıkları üzerinden bir benlik inşa ettiğinde neyin parçası olduğu ve kimin yanında durduğu da ona göre şekillenir. Büyük şirketler, sermayedarlar, dünyanın kaynaklarını ellerinde tutanlar -kısacası sistemin kendisi- en kıymetliler haline gelir. Aslında sahip olduğu tek şey bir madde iken bunların yanında durarak kendini “değerli” hissetmeye çalışır. Doğal olarak da bunun sonucunda sistemin onu mahkûm ettiği döngüyü kendi elleriyle devam ettirir.
Bu yabancılaşma, insanın yalnızca kendisiyle yabancılaşmasıyla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda parçası olduğu ve çoğu zaman da parçası olmaktan “gurur” duyduğu sisteme yabancılaşmasını da sağlar. Sanırım bunu en iyi açıklayan örnek savunma sanayiinde çalışan birinin durumudur.
En basit haliyle yaptığı iş ne olursa olsun bir şirkette çalışan her bir kişi o şirketinin sürekliliğinin sağlanmasına katkıda bulunur değil mi? Başka bir deyişle o şirketin var oluş amacını devam ettirmesini sağlar. Bu durumda silah üreten bir şirkette çalışan her bir insan o silahın yarattığı sonuçlardan da (doğrudan veya dolaylı fark etmez) sorumlu olmaz mı? Ama yabancılaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki kişi ne yaptığı işin kendisinin ne de sonuçlarının farkındadır. Çünkü önemli olan tek şey kendi gerçekliği yani sahip olduğu “şeyler”dir ve yabancılaşmış olduğuna dahi yabancılaşmıştır. Kaçınılmaz olarak da tüm bu yabancılaşma sistemin sorunsuz devamlılığı için elzemdir. Çünkü yabancılaşmış insanlar sorgulamaz, kabul eder ve boyun eğer.
21. yüzyıl dünyası kendi “öğrenilmiş çaresizlik”lerini yaratmıştır. Seligman ve Maier hayvan davranışları üzerine yürüttükleri deneyler esnasında belirli bir süre boyunca elektrik şoku verilen köpeklerin bir süre sonra elektrik şokunda kaçmaları mümkün hale geldiğinde bile kaçmadıklarını yani kaçmayı denemediklerini gözlemlemiştir.[2] 21. yüzyıl örneğinde ise elektrik şoku uzun çalışma saatleri, ağır çalışma koşulları, her zaman hak ettiğinin altında kalan maaşlar, barınamama, gıdaya, suya, sağlık hizmetlerine, eğitime erişememedir. Tek fark, sistemin insanın nesnelere olan bağımlılığı ile verdiği elektrik şokunu görünmez kılmaya çalışmasıdır (Burada şunu vurgulamak önemli, insanın nesnelere bağımlılığı bir sonuç değildir; sistemin devamlılığı için suni olarak sistem tarafından yaratılmış araçlardan biridir). Günümüz insanının öğrenilmiş çaresizliği ise tüm bunlardan kaçışın imkânsız olduğuna yönelik inancıdır ve tükenmeyen “sahip olma” arzusu ise kaçış arayışını dahi engellemektedir.
Seligman ve Maier’in deneylerinde öğrenilmiş çaresizlik köpeklerin kaçamayacaklarını öğrenmelerinden gelirken, sanırım 21. yüzyıl insanında bu durum insanın varlığının var olma süreci önündeki sis bulutlarından, yani sahip olmak arzusundan gelir. Bu arzu, insanı hem sistemin içine mahkûm eder hem de sistemin devamlılığı için “büyük bir istekle” çalışmaya sevk eder.
Doğru yanlış her durumda kullanılan “algı operasyonları” da aslında somut bir gerçeklik olarak önümüzde durur. Çevrimiçi veya çevrimdışı her türlü ortamda verilen mesaj tek ve nettir: Sahip olduğun kadar varsın. Bu mesaj aslında yeni bir gerçeklik yaratır. İnsanı insan yapan unsurları (düşünme becerisi ve muhakeme yeteneği gibi) yeniden tanımlar; yeni değer yargıları oluşturur. Bir yandan çocuklara hala “dürüst ol, paylaş, yardım et-yardımlaş” gibi değerler öğretilirken çocukların dış dünyada gözlemledikleri ise tam tersidir. Daha fazlasına sahip olmak için ne gerekirse yapan ebeveynleri gören çocuklar bu çelişkide hangi tarafı seçer? Bu seçimde belirleyici olan toplumda kişiye atfedilen değerin niteliğidir. Toplumun neyi öncelediği veya neyi ödüllendirdiğidir. Tüm bunların cevabını bildiğimize göre çocuğun da ebeveynlerinin yolundan gitmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Dürüst olmak, paylaşmak, yardım etmek ve yardımlaşmak etken eylemlerken sahip olmak edilgen bir eylemdir. Kişi sadece daha fazla sahip olabilmesini sağlayacak sistemin izin verdiği (ve elbette sömürdüğü) emeğini ortaya koyar. Veya birçok durumda bunu da ortaya koymaz, yalanla hurdayla aldatmacayla kandırmacayla bunu elde etmeye çalışır. Çünkü kişinin tüm benliğini oluşturan “sahip olma” güdüsü aynı zamanda eylemlerini de güdüler. İnsan, ihtiyacı olanlara sahip olmaktan uzaklaşmış, sahip olmayı varoluşu -başka bir deyişle benliği- haline getirmiştir. Benim arabam, benim evim, kısacası benim eşyalarım dediğimizde işte tüm bu nesneleri “ben”liğimizin bir parçası haline getiririz – dolayısıyla da varoluşumuzun-.
Sistemin kurduğu bu mekanizma durmayan tüketiciler yaratır: Sürekli daha fazlasına sahip olmak isteyen durmayan tüketiciler. Yaşamında değer görmesinin, değerli olmasının, değerli hissetmesinin tek yolunun ne kadar çok şeye sahip olmak olduğuna derinden inanan (ve en vahimi bu benliğinin parçası haline gelmiş) biri için tüketimin sonu elbette gelemez. Tam bu noktada Dövüş Kulübü’ndeki (Fight Club) meşhur repliği hatırlamakta fayda var:
“Mobilya alırsın. Ve kendine aldığın bu kanepenin, ihtiyacın olan son mobilya olduğunu söylersin. Kanepeyi aldıktan sonra, ne olursa olsun kanepe problemini çözdüğün için birkaç yıl için tatmin olmuşsundur. Sonra uygun bir yemek takımı. Sonra en mükemmel yatak. Perdeler. Halılar. Sonra güzel yuvana kasılır kalırsın, sahip olduğun şeyler sana sahip olmaya başlar.”© Bianet
