menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Şiir bir hafıza, bir dua, bazen de suskunluk hâli”

11 5
05.07.2025

Rona Aslan şiirin genç yüzü. Bazen bir manastırda, bazen bir mağarada tam olmaya çalışan gönül elçisi. Zamanda kalbini sorgulayan, şiire derinden bir sesin yankısıyla eşlik eden bir şair.

Rona Aslan kelimelerin gücüne sığınarak dünyayı anlama yolculuğuna çıkarıyor okuyucuyu. Aslan’ın Dalgın adlı şiir kitabı Everest Yayınları tarafından yayımlandı. O içe söyleyen bir şair, dışa anlatmanın derdiyle. Onunla konuştuğumuz her kelime bir şairin dünyadaki varlığına da değdi, dağdaki rüzgâra da...Sevgili Rona ile Dalgın’ı ve yolculuklarını konuştuk.

Dağ, dede, rüya ve dünyanın içinde bir şairin şiirine yolu düşen okuru bekleyen nedir?

Dünya’ya düşmüş olmanın yasını sürdüren bir yankı diyebilirim.

Dalgın, tek bir şiirden oluşmuyor. Ancak sanki bir şiirin tadı var. Birbirini izleyen dizeler, nehir bir şiirin içindeymişiz duygusu yaşatıyor. Bu bir tercih mi, ben mi öyle okudum?

İnsan olmanın kadim sesini taşıyan şiirin, aklın yapısal düzeninden ya da mantıksal kurgudan beslenmek gibi bir gayesi olduğunu düşünmüyorum. Şiir, unuttuğumuz ya da yok saydığımız hakikatlere dokunur. Avunmak için, tutunmak için yaşamın içinde geliştirdiğimiz her türlü savunma mekanizmasını, incelikle örülmüş yaşam hilelerini bir bir çözer.

Elbette, zamanın ruhuna dair düşünsel izler de taşır; yalnızca çağın değişimlerini aktarmakla kalmaz, aynı zamanda köklerine iner, ilksel ve arkaik görünümlere doğru derinleşir. Bu bağlamda şiirdeki ses, bilinçli bir tercihten, biçimsel bir inşadan ibaret değildir benim için. Aksine, çoğu kez dünyadaki varoluşuma bir anlam ararken sığındığım bir sestir o.

Şiir, benim için yalnızca bir ifade biçimi değil; bir hafıza, bir dua, kimi zaman da bir suskunluk hâlidir. Onun içinde kendimi bazen bulan, bazen yitiren ama daima arayan bir ben var.

Bir de ‘Sen’ anlatımı var. Sen seslenişindeki ‘Ses’i sormak istiyorum. Şiirdeki ‘ses’ beni hep etkilemiştir. Sizin şiirlerinizdeki ses neye tekabül ediyor?

Bazen umuda ve bazen korkuya benziyor. Bazense her ikisine birden.

Şiirlerine gizlenmiş bir mistizim var. Tasavvuf demek isterdim ancak şiirlerdeki tanrı kavramı daha farklı. Klasik bir tanrıyı gördüm. Şikayetlerin sunulduğu, “benim davam divana kalsın” türünden bir yaklaşım. Şiir ve tanrı nasıl bir düştür?

Yaklaşık altı yıldır, ezoterik bilgiyi araştırıyorum. Ve bu bilgi beni derinden etkiliyor. İçine mistisizmi de alan, tanımlanması güç ama sezgiyle kavranan bir derinlik bu.
Dünyanın büyülü bir yer olduğuna inanıyorum -her ne kadar umutla korku arasında gidip gelen bir sarkaç olsam da. Bu inanç, varoluşun tüm halleri boyunca içime sızıyor. Tanrı’yı seviyorum. Yaşamda en çok etkilendiğim insanlar da hep Tanrı’yı seven insanlardı. Çünkü Tanrı’yı sevmek, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda varoluşu anlamayı, sezmeyi ve derinliğine nüfuz etmeyi de beraberinde getiriyor. Yaşamın merkezindeki o evrimsel, dönüştürücü, tekâmül ettirici enerjiyle temas kurmak...

Ve bu yol, sonunda insanı kendini sevme kabiliyetine ulaştırıyor. Ama bu, Narkissos’un kendi yansısına duyduğu yıkıcı hayranlık değil. Benim sözünü ettiğim şey, insanın kendini Tanrı’da bulabilmesidir. Ama bu, Tanrı’nın bir parçası olmak anlamına gelmez -zira ben Tanrı’nın bir parçasıysam ve ondan ayrıysam, bu ayrılık Tanrı’da bir eksiklik yaratır ki, Tanrı’da eksiklik ya da boşluk olamaz. Ben, Tanrı’nın içinde var olan bir şeyim. Çünkü her şey Tanrı’dır. Bana ‘ben’ ya da ‘öteki’ diye yansıyan her şey, aslında O’nun evreni devindiren varlık enerjisiyle doludur. Ayrı gibi görünen tüm suretler, o tek hakikatin farklı yankılarıdır.

Bir yazı ya da şiir okurken bazen bir kelimeye dalıp giderim. Tek bir sözcüğün gücüdür bu aslında. Sizin dizenizde rastladığım ‘tevafuk’ kelimesi gibi. Kaderle ya da dini bir inanışın anlamının çok dışındadır baktığım yer elbette. Sizde tevafuk nedir? Dizeye alırken ne düşündünüz?

Kelimeler beni derinden etkiliyor. İnsanları dinlerken, bir film izlerken yahut kitap okurken, kelimelerin içimde oluşturduğu yankıyı ve o yankıların bıraktığı yol işaretlerini takip etmek beni büyülüyor. Her bir kelimeyi müstakil olarak hissetmek istiyorum. Bir kelimenin etimolojik kökenini, semantik derinliği araştırmak bana keyif veriyor. Elimizde kelimeler var; ruhlarımızı yalnızlıktan, korkulardan, umutsuzluktan çekip çıkaran, içsel bir arınma yaşatan ve sığındığımız o güvenli liman.

Hem politeist hem de monoteist inançlarda, insanlar önce ayinlerle; bize bugün tuhaf gelen ama onlar için varoluşun özünü taşıyan seslerle, çığlıklarla göğe seslendi. Bu, içgüdüsel bir arayış haliydi. Zamanla kelimelerle seslendiler Tanrı’ya. Sanırım insanın dünyada geliştirdiği en önemli şey dil oldu. Dil bir dekoder gibi çalıştı, görünmeyeni görünür kıldı. Ve bugün, insanlık kuantum fiziğiyle yaşamını yeniden inşa etmeye çalıştığı bir eşiğe geldi; ve hâlâ kelimelerle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz.

Sadece iç dünyanızın çağrışımları değil dünya edebiyatını etkilemiş isimleri de görüyoruz. Platon, Tolstoy, Nietzsche (Niçe diye geçiyor), Çehov’un tabancasına kadar okuyoruz. Yine alıntılarda Kazancakis, Baudelaire, Judith Herman, Andre Gide, Pablo Neruda, Paulo Coelho, Marcel Proust var. Vefa olarak bakmadım. Dede ile benzer bir durum gibi. Yanılıyor muyum?

Dedemi, Tolstoy’dan farklı biri olarak hiç görmedim. Dünyayla derdini belagatle dile getiren, varoluşu derin bir sessizlikle yaşayan; "Yürek Tanrı’nın mâbedidir" diyerek kimseyi incitmeden dünyadan geçen bir insandı o. Ve biliyorum ki; insan, yazmasa da, eğer geçerken yıkıldığı yerden yeni bir 'ben' olarak doğuyorsa, bilgedir. Keramet yazmakta değil, olmaktadır.

Sokrates de yazmadı ama bugün onun düşüncelerini Platon’dan öğreniyoruz. Ben, varoluşu tefekkür eden, hakikati arayan ve söyleyen bir insanın -yeryüzünde baldıran zehiriyle susturulmuş olsa bile- gökyüzünde iyi ruhlar tarafından sevgiyle karşılandığına inanıyorum. Yeryüzünün bugünkü değer ölçülerine çoğu kez uymuyorum. Bazı ölçütleri içselleştiremiyorum; çünkü içsel hakikatin sesi, çoğu zaman bu çağın dayattığı değerlerle çelişiyor.

Şiirinizdeki önceyi şimdiyi ve ileriyi konuşmak istersek neler söylenebilir? Ya da şöyle mi sorsam; hatıralarda kalmış birçok olayın şimdiki zamana hâkim olması diyebilir miyiz?

Aslında şiirimin zamanı, ruhumun geçtiği eşiklerle ilerliyor; kalakaldığım yerlerde ise geriye dönüyor. İzliyor, susuyor, anlamaya çalışıyor. Yargılamayan, şüpheye yer bırakmayan derin bir sezgiyle; her şeyi ilk kez gören bir çocuğun gözleriyle bakıyor, temaşa ediyor. Mezopotamyalılar, zamanın geriye doğru akması gerektiğine inanırlarmış. Onlara göre insanın dünyadaki varoluşunun amacı, ilk haline, en saf ve arı haline geri dönmektir; bir tür tekâmül süreci bu.

Bu bağlamda yazılan duygunun saf halinin yaşanması şiir için elzemdir. Afrika’nın kadim ve geleneksel inanç anlayışlarında ise zaman, yukarıya ve aşağıya doğru akan bir süreç olarak düşünülürmüş. Bu yüzden günleri dün, bugün ve yarın diye ayırmak anlamlı bulunmazmış. Onların zaman anlayışında, döngüsellik bir yükselişle birleşir; tıpkı ‘döngüsel yükseliş’ ya da ‘ruhsal iniş çizgisi’ gibi, sürekli bir dönüşüm ve evrim süreci yaşanır.

Bu döngüsel yükselişi şiirde de hissediyorum. Şiir, zaman gibi katman katman açılıyor; her katman bir derinliği, bir değişimi, bir içsel dönüşümü sezdiriyor bana.

Dalgın’ı okurken en çok dikkatimi çeken ‘O’ anlatımındaki ‘Dede’ ve dedikleri. Kimdir bu dede? Şiirlerdeki yeri nedir? Biz dedeyi nasıl okumalıyız? Kadın dilinin içinde bir sır mı?

Bu soruyu sorduğunuz ve dedemin hakkını kendisine teslim etme fırsatını bana sunduğunuz için teşekkür ederim. Dedem, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez okumak için odasına çekilirdi. Okumanın taşıdığı anlama büyük bir kıymet atfederdi. Dünyadan geçmiş büyük bilgelerin hayatları ve inancın ezoterik derinliği, muhabbetlerimizin merkezinde yer alırdı. Dedemin Arapçası oldukça güçlüydü; Arapça metinleri derin bir tefekkürle okur, uzun uzun düşünürdü. Bana sık sık, “Tanrı oku dedi, yaz demedi,” derdi. Kendisi yazmazdı ama yaşamı ve sözleri, sessiz bir bilgelikle yoğrulmuştu. Dedem, onu tanıyan insanların ruhunda derin izler bıraktı. Tanrı’nın onu çok sevmesini diliyorum.

Yazar: Rona Aslan

İsim-Tür: Dalgın / Şiir

Yayınevi: Everest Yayınları

Editör: Çağla Anılmış

Grafiker: Davut Köse

Basım Tarihi: 16 Mayıs 2025

ISBN: 9786253694265

Sayfa: 72

“evren durmaksızın genişlerken
benim kelimelerden başka
gidecek yerim yok
anıları da eşyalar gibi
verebilmeyi isterdim
bileklik yapardın ya da kolye
yakışırdı sana”

Kitabın yayınevi sayfasına buradan ulaşabilirsiniz

(BŞ/HA)

Eti Bahar, Osman F. Erbelger, Aydan Yiğitbaş ve Yücel Sönmez’in anısına

Annemin yardımıyla deniz havuzunda yüzme öğrendiğim Adalar Su Sporları Kulübü (A.S.S.K.), Burgaz Adasının eski Moloz burnunun üstüne kurulmuştu. Esasen lodosun limana tesirini azaltma misyonunu üstlenmiş, kayalardan müteşekkil bir mendirek olsa da, önceleri Moloz burnu tüm adalıların ve bilhassa gençlerin uğrak yeriydi. Deniz araçlarının “terör” estirmedikleri o “medeni” zamanlarda mevzubahis gençler yazın Moloz’da takılıp flört ettikleri gibi, toplu halde Kaşık Adasına veya Heybeli’ye yüzüp dönüyorlardı. Uzun mendireğin ucundaki deniz feneri sanki adanın fallik totemi, bir çeşit Hürriyet abidesiydi.

Derken 1963 yılında mevzubahis kulüp kurulup eski Moloz burnu sadece azaların girebildiği bir mekâna dönüşünce Burgaz adasının “bittiğini” düşünenler bile oldu. Yazları muntazaman esmekte olan akşam üzeri poyrazına sırtını dayamış Moloz’un güney yamacındaki tatlı yüzüşler artık mazide kalmıştı…

Lakin kulüp idealistçe yolculuğuna başlamış ve ilk etapta muhtelif su sporlarındaki iddiasını ispatlamıştı.

Türkiye’nin Lozan’ı ihlaliyle 1964’te meydana gelen zorunlu Rum sürgünü, Kıbrıs savaşı ve ’80 darbesi İstanbul’dan birçok Rum ailesinin göçmesine sebep olunca, kulübün en verimli kaynaklarından biri de neredeyse kurumuş oldu.

Neyse ki farklı farklı dönemlerde göç ettikleri Yunanistan’da sportif faaliyetlerini sürdürenlerden mesela Nikiforos Ethnopulos yelkende, Roberto Calich zıpkınla balık avında, Adam Sotiriadhis sutopunda, Pandeli Briçefski yüzme branşında muvaffak olmayı sürdürdüler. Üstelik küçücük Burgaz Adasından yola çıkarak sporcu kariyerlerini başka bir ülke adına da olsa, uluslararası seviyeye taşıma başarısını da gösterdiler.

A.S.S.K. zamanla geniş spektrumlu spor faaliyetlerini kısıtlamak durumunda kaldı. Gene de kulübün Marmara Denizi üzerinde kapladığı yüzey hem enlemesine, hem boylamasına genişleyip durdu; ucundaki deniz fenerinin daha da ileriye taşınması gerekti. Dikine betonlaşma da mimari estetik sınırlarını ayrıca zorladı ve günümüzdeki “ibretlik” vaziyete kadar gelindi.

Avustralya’nın en meşhur turistik çekim alanlarından Bondi Iceberg Club binasının da kıyı mimarisine ne kadar yakıştığı tartışılır, fakat müessesenin okyanus suyuyla dolu havuzlarında bilhassa belirli bir yaşın üstündeki üyelerin kalabalık ve gayet disiplinli antrenmanları takdire şayan.

Sidney Film Festivalinde gösterilmiş, Ian Darling imzalı 2024 yapımı Havuz (The pool) belgeseli bizi 94 dakikalığına Bondi’nin........

© Bianet