Latin Amerika edebiyatından politik yansımalar
Kendimi ne zaman bu akışın içinde bulduğumu bilmiyorum, ama nedenini biliyorum. Yılın büyük bir kısmını Latin Amerika edebiyatından seçmeler okuyarak geçirdim.
Uzak kıtanın dillerini bilmemenin ve çeviriye mahkûm olmanın görünmez bir duvar gibi, en azından yarı geçirgen bir zar, bir perde gibi anlatılanın ruhunu tam kavramamı zorlaştırdı. Yine de Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki tarihsel benzerlikleri hatırlayarak ortak bir duygunun, bir ruh halinin peşine düştüm.
Burada yazacaklarım ve anlatmak istediklerim bir edebiyat analizi ya da metin çözümlemesi değil, edebiyatın toplumcu dışavurumlarına bir güzelleme hiç değil.
En kısa ve basit haliyle söylemek gerekirse, siyasetiniz neyse sanatınız odur. İçinde bulunduğunuz tarihsel bağlamın siyasi iklimi, yalnızca yaşadıklarınızı, karşılaşmalarınızı, maruz kaldıklarınızı belirlemez, o bağlamın düşünce evrenini ve yaratıcılığını da belirler.
Özgürlüklerin siyasetle sınanmadığı, bireylerin sansür ve baskıyla tehdit edilmediği bir ortamda bilimde, sanatta, eğitimde yenilikçi çabalar filizlenir, buna ekonomik güvenceleri de eklediğimizde yaratıcılık sınır tanımaz. Bunun tam tersi bir durumda, daha açık bir ifadeyle otoriter ve totaliter rejimlerin baskısı altında sansür artık bireylerin tüm varoluşuna sirayet etmiş, neredeyse genlerine kodlanmış bir otosansüre dönüşür, tek sesliliğin yüceltildiği bir ortamda tüm diğer sesler kuyularında yankılanmaktan öteye gitmez.
1970’lerde öne çıkan eleştirel kalkınma kuramlarına aşina olanlar Latin Amerika’da beş yüz yıl boyunca hüküm süren sömürgeciliğin neden olduğu sömürü ve az gelişmişlik durumunu bu literatürden tanıyabilir. Andre Gunder Frank’ın 1966’da Monthly Review’da yayınlanan makalesi Azgelişmişliğin Gelişimi (Development of Underdevelopment) başlıklı makalesi, merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisini ve merkez ülkelerin askeri müdahaleler ve ekonomik tahakküm yoluyla bu ülkeleri bilinçli olarak geri bıraktığını tartışır[i].
Bağımlılık teorisi ekolünden gelen ve daha çok ekonomik kökenlere odaklananlar dışında Latin Amerika çalışmaları içinden gelen ve kimlik, özellikle ırk ve kültür konularına odaklananlar da sömürgeciliğin Latin Amerika’daki sosyal ve kültürel sonuçlarını gösterir.
Walter Mignolo[ii] ve Anibal Quijano’nun[iii] çalışmaları sömürgeci tahakkümün epistemolojik sonuçlarına odaklanır ve sömürgeciliğin tasfiyesinde yalnızca ekonomik ve politik bağların değil, zihinsel bağların, sömürgeci düşünme biçimlerinin de çözülmesinin gereğini vurgular. Ancak bu teorik okumalar her ne kadar öğretici olsa ve zengin referanslar içerse de usta bir anlatıcının okuruna hikayesini yaşatan sesine sahip olamaz.
Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda bildiğimiz bir Latin Amerika tarihini, Avrupa sömürgeciliğinin acımasız gelişimini yalnızca politik güç ilişkileri ve ekonomik sömürü açısından değil, Latin Amerika uygarlıklarının yok edilmesi açısından anlatıyor[iv]. Amerika’nın keşfinden, daha doğrusu sömürgecilerin kıtayı işgalinden itibaren yerli halkları uygarlıkları ve kültürel birikimleri hiç sayılarak öldürülüyor, yerinden ediliyor ve aslında birer kültürel miras olan varlıkları maddi değerleri için talan ediliyor.
Sömürgecilerin kendilerinde bunu yapmaya hak görmelerinin en önemli sebebi yerli halkları insan olarak değerlendirmemeleri. O kadar ki sömürgecilikten dört yüz yıl sonra, 1957’de Paraguay’ın en yüksek mahkemesi diğer yargı yetkililerine hitaben yerlilerin de cumhuriyetin diğer sakinleri gibi insan olduklarına dair bir not gönderir.
Galeano’nun aktardığına göre daha sonraki tarihlerde Asunción Katolik Üniversitesi Antropolojik Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı bir araştırmaya göre on Paraguaylı’dan sekizinin yerlileri insan olarak görmediği ortaya çıkıyor (42). Sonuç olarak Latin Amerika tarihi, sömürgeci kapitalizmin ve yağmanın ötesinde yüzyıllara yayılan bir insanlık dramıyla yazılıyor.
Latin Amerika siyasetini karakterize eden en önemli unsurlardan biri de ulusal bağımsızlık mücadeleleri, gerilla savaşları, iç savaşlar ve askeri mücadeleler sonunda başa gelen, askeri kökenli, kitleleri kolayca etrafında toplayabilen, Weberyen anlamda karizmatik liderlerdir.
Caudillo olarak nitelenen bu otokratik liderlerin ortak özelliği devletin güç tekelini kişisel olarak kendi ellerinde toplamaları, küçük bir zümre ile ülkeyi idare ederken meşruiyetlerini de sıklıkla baskı ve şiddet yoluyla sağlamalarıdır.
Otokratik liderler ister istemez Latin Amerika edebiyatında siyasi romanlarda da öne çıkan karakterler olur. En çok bilinen örnekler Gabriel Garcia Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı veya Albaya Mektup Yazan Kimse Yok olsa da daha önce yazılan örnekleri de hatırlamak gerekir.
Miguel Angel Asturias’ın 1946’da yayınlanan Sayın Başkan romanı, bir taraftan yazarın Guatemala’nın tek adamı Manuel Estrada Cabrera'ya karşı katıldığı örgütlü mücadeleyi yansıtırken diğer taraftan tek adam yönetiminin baskı ve işkence uygulamalarını, korku iklimini, nepotizm ve yolsuzluk ağlarını ve bütün bunlar karşısında halkın çaresizliğini anlatır[v]. Şimdi üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, çağdaş caudilloların da dünyanın birçok ülkesinde benzer baskı mekanizmalarını, işkence yöntemlerini kullanarak korku dayatmaları, kendilerine yandaş ağlarından güvenli bir koza örüp halkı sefalet içinde bırakmaları Cabrera’dan bugüne fazla bir şeyin değişmediğini düşündürüyor. Siyaset bir öğrenme süreci olarak, geçmiş deneyimlerini bugünün mezalimi için kaynak yapıyor.
Latin Amerika edebiyatında bir başka dikkat çekici nokta ise romanlarda geçen ülkelerin isimsiz olması. Marquez’de ve Asturias’ta ismi verilmeyen ülkelerin siyasi mücadeleleri aktarılır, ancak çağdaş Latin Amerika edebiyatında da benzer bir tercih görülür. Bunların içinde en sarsıcı olanlardan biri olan Peru asıllı Amerikalı yazar Daniel Alarcon’un Kayıp Kentin Radyosu romanı, adı verilmeyen bir ülkede iç savaşı takip eden bir süreçte yakınlarını kaybedenleri buluşturan bir radyo programının sıradan insanların çaresizliğine bir umut sunmasını anlatır[vi].
Kayıplar, Şili’de, Arjantin’de, Kolombiya’da ve başka ülkelerde de Latin Amerika siyasetinin kanayan yarasıdır. 1977’den bu yana kayıplarının sesi olan Plaza de Mayo anneleri bunun en somut örneğidir. Şili’de Pinochet diktatörlüğü sırasında yurtdışına evlatlık verilen çocuklar bugün hala gerçek ailelerini bulmak için mücadele ediyor[vii]. Alarcon, bir radyo programı üzerinden kayboluş temasını hem kaybolan hem de kaybedenin gözünden işliyor. Kitapları Türkçe’ye çevrilmemiş bir başka Perulu yazar Juan Ramon Ribeyro, Suskunları Sesi: Seçme Hikayeler (The Word of the Speechless: Selected Stories) derlemesinde sıradan insanın varoluş mücadelesini, sistem karşısındaki sessizliğini ve çaresizliğini kısa öykülerle sunar[viii].
Kayıp bir oğul, yolculuğa çıkan bir kâğıt ağırlığı, deniz kıyısında kurulan bir mahalle, bir taraftan tesadüf ve komedi unsuru içerse de diğer taraftan şefkat ve merhamet duyguları uyandırır. İspanyol yazar Andres Barba’nın Türkiye’de de ilgiyle okunan romanı Işıklar Ülkesi de ülke ismi verilmeyen, fakat San Christobal isimli bir şehirde birdenbire ortaya çıkan 32 çocuğun etrafında örülen bir kurguya dayanır[ix].
Burada çocukluk imgesi saflık, masumiyet ya da yeni bir başlangıç gibi klişe göndermelerden çok bir yere ait olmayan ve bir kimliği temsil etmeyen bir grubu ifade eder.
Bu çocuklar göçmenleri, yerlileri ya da toplumun çeperine itilmiş, yerinden edilmişleri temsil edebilir. Kitaptaki çocukluk ve kayboluş teması, Latin Amerika’ya aşina okurun hayal gücüyle dolduracağı boşluklar sunuyor ve okura kitabın yaratım sürecine dahil olma imkânı tanıyor.
Farklı ülkelerden gelen yazarlar, siyasete, sıradan insanın sistemle mücadelesine ve hayat kaygılarına dair farklı anlatılar inşa etse de isimsiz bir ülke üzerine söz söylemede ortaklaşıyor.
Bu anonimlik vurgusunu birçok sebebi olabilir. Öncelikle bugün Latin Amerika ülkelerinin birbirinden ayıran sınırlar ister istemez sömürgeci müdahalelerin ve mücadelelerin izini taşıyor. Buna karşılık bu sınırlar sömürgecilik öncesi kıtada varlığını sürdüren uygarlıkları temsil etmiyor. Bu isimsiz ülkeler, bugün hüküm süren ulusal birliklerin, onları ayıran sınırların ve devamında gelen ulus inşa süreçlerinin de reddi olarak okunabilir.
Bir başka açıdan bakıldığında Latin Amerika siyasetindeki ortaklıklar, otokratik liderler, askeri vesayet, baskı ve şiddet altındaki kayıplar, ulusal ayrımları anlamsız kılarken halkları başka bir hak mücadelesi etrafında birleştiriyor. Ülkeler ve liderler değişse de halkların maruz kaldığı adaletsizlik kıtanın farklı köşelerinde hüküm sürmeye devam ediyor.
İspanyolca günümüzde en çok konuşulan diller arasında 560 milyon kişiyle dördüncü sırada yer alıyor ve anadili İspanyolca olan 486 milyon kişiyle ikinci büyük dil grubunu oluşturuyor[x]. Bugün 21 ülkede İspanyolca resmi dil olarak geçse de İspanya dahil bu ülkelerin hiçbirinde İspanyolca tek dil değildir. Konuşulduğu ülkelerde yerel dillerle etkileşime girmesinden ötürü İspanyolca Peru’da, Şili’de ya da Meksika’da İspanya’dakinden farklılaşır, dolayısıyla dilin yaygınlığını basitçe bir dil birliği olarak okumak yanlış olur.
Burada asıl mesele İspanyol sömürgeciliğinin yüz yıllar boyunca siyasi ve kültürel bir tahakküm aracı olarak dili yaydığı, bugün dil birliği ya da yaygınlığı olarak gördüğümüz durumun aslında yerel dillerin baskılanması ya da kaybı olduğudur. 2011 yılında yapılan bir haberde Meksika’nın kaybolmakta olan dillerinden Ayapaneco konuşan iki kişinin birbirleriyle konuşmadıkları için dilin kaybolmakta olduğu belirtilir[xi].
Bu sömürgeci miras bugün göç süreçlerinde özellikle Latin Amerika ülkelerinden İspanya’ya ve ABD’ye yönelik göçlerde belirleyici olmaktadır. Sömürgecinin dilinin sömürgeciliğin........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d