Türkiye’de alan dışı istihdam gerçeği
"Hayaller üniversitede başlıyor, market reyonunda bitiyor."
Öğretmenlik mezunu bir kasiyer...
Makine mühendisliği diplomasıyla turnike başında bekleyen bir güvenlik görevlisi...
İletişim fakültesinden mezun motosikletiyle paket taşıyan bir kurye...
Türkiye’nin dört bir yanında, milyonlarca genç diplomalı insan, okuduğu bölümle hiçbir ilgisi olmayan işlerde çalışıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) temmuz ayında açıkladığı verilere göre Türkiye’de her 2 kişiden 1’i mezun olduğu alanda istihdam edilemiyor. Bu sadece bireysel bir kader ya da “kısmet” meselesi değil; yapısal bir çöküşün göstergesidir.
Gençler yıllarca üniversiteye hazırlanıyor, yüksek puanlar alıyor, kimi zaman ailesinin tüm birikimiyle büyük şehirlerde eğitim görüyor. Ancak mezuniyet sonrası karşılaştıkları işsizlik duvarı, onları kendi mesleklerinden uzak, çoğu zaman asgari ücretli işlere yöneltiyor. Bu durum, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir yıkım da yaratıyor. “Ben bunun için mi bu kadar okudum?” sorusu, giderek kolektif bir sessiz çığlığa dönüşüyor.
Türkiye’de yükseköğretim kontenjanları arz-talep dengesine göre değil, politik ve popülist saiklerle belirleniyor. Her yıl binlerce öğretmen, mühendis, iletişimci, sosyolog mezun oluyor; ancak istihdam alanları genişletilmediği için bu gençler, sistemin dışına itiliyor. Ne yazık ki, devletin istihdam politikaları, bu gençleri üretime değil geçim derdine yönlendiriyor.
Bir zamanlar toplumda itibar kaynağı olan “üniversite diploması” artık sadece bir kâğıt parçasına indirgenmiş durumda. Milyonlarca üniversite mezunu, özel sektörde tecrübesizlik bahanesiyle eleniyor; kamu kurumlarında ise sınavlarla yarışırken kontenjanlar bir avuç insanla sınırlı kalıyor. Bu durum, yüksek öğrenimin niteliğini sorgulatır hale getiriyor.
Mezun olduğu alanda çalışamayan birey, yalnızca kişisel hayal kırıklığı yaşamaz; aynı zamanda toplumun kalkınma dinamiklerine de zarar verir. Bir öğretmen kasiyer olduğunda, eğitim sistemi eksik kalır. Bir mühendis güvenlik görevlisi olduğunda, üretim ve teknoloji atıl kalır. Bir gazeteci kurye olduğunda, medya çoraklaşır. Toplumun nitelikli insan kaynağı, alan dışı işlerde heba olur.
Bu tabloyu değiştirmek için ilk adım, eğitim ve istihdam arasında rasyonel bir köprü kurmaktır. Üniversite kontenjanları, ülkenin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına göre belirlenmeli; istihdam olanakları genişletilmelidir. Aynı zamanda kamuda liyakat esaslı, adil ve şeffaf bir atama sistemi sağlanmalı; özel sektör teşviklerle genç mezunları istihdam etmeye yönlendirilmelidir.
Her gün sabahın erken saatlerinde, ellerinde kahveleriyle ya da uykulu gözlerle otobüs duraklarına yürüyen binlerce genç, aslında kendi mesleğine değil, sistemin dayattığı kaderine doğru ilerliyor. Kimi güvenlik görevlisi kıyafeti giyiyor, kimi kasiyer yeleği, kimi ise motosiklet kaskı takıyor. Oysa hepsinin cebinde yıllarını vererek alınmış bir diploma, zihinlerinde büyük hayaller, yüreklerinde ise hâlâ sönmemiş bir umut var. Ne var ki, bu umut her gün biraz daha törpüleniyor; çünkü gençler eğitimle inşa ettikleri kimliklerini hayata geçirebilecekleri bir zemin bulamıyorlar. Yetenekleriyle, yaratıcılıklarıyla, üretme arzularıyla var olmak isteyen gençler; geçici, güvencesiz ve çoğu zaman meslekleriyle ilgisiz işlere sıkışmış durumda.
Bu tablo, sadece bireysel yıkımlara değil, toplumsal çoraklaşmaya da yol açıyor. Alanında uzmanlaşmış insan kaynağının başka işlerde çalışması, kalkınma hedeflerini de yaralıyor. Her alanda yetişmiş insan gücünü heba eden bir sistem, geleceğini de ipotek altına almış demektir. Gençler artık sadece iş değil, bir gelecek, bir yaşam hakkı istiyor. Güvenceli, adil, liyakate dayalı bir düzen talep ediyor. Çünkü onlar biliyor ki, alın teriyle yoğrulmayan bir gelecek, başkalarının dayatmalarıyla şekillenir.
Türkiye bu sessiz çığlığı artık duymalı. Gençlerini görmezden gelen bir ülkenin yarınları karanlıktır. Diplomasını gururla taşıyan her genç, mesleğini de onurla yapabilmelidir. Yoksa bu çark dönmeye devam ettikçe, sadece bireyler değil, toplumun vicdanı da öğütülmeye devam edecektir.
(AÖ/RT)
Barışa ve demokrasiye hazır olmak çok kolaydır, bir o kadar da zordur!
Barış; hukuku ve adaleti istemek gibi bir şeydir. Üzerinde insan kokusu vardır.
Gerçekler için geçmişle yüzleşebilir miyiz?
Hakikat ve geçmişle yüzleşme üzerine çok yazı yazıldı.
Geçmiş ve hakikat, üzerine konuşursak, tartışırsak gerçeklere ulaşırız ve demokratik hukuk devletinin halkından saklayacağı hiçbir şey yoktur. Gerçeğe ulaşmak için bütün siyasal kanallar açılmalıdır. Bilgiye, habere ve gerçeğe ulaşmak demokrasidir, insan hakkıdır.
Tartışmak ve anlamak ne sağlar? Barışı sağlar, demokrasidir.
Geçtiğimiz ay Şili’de toplanan Konferansta Dünyanın yarısını oluşturan devletler “Daimî Demokrasi” başlığı altında barışı konuştular ve Gazze’de olup bitenleri, savaşları lanetlediler. Türkiye’de ise çalışacak Komisyonda “demokrasi” ve insan hakları olsun isteniyor. Belki bir umuttur, insanların korkuları yerine özgürlükleri hatırlanır… Bir yanda süreçlere bağlı Komisyon çalışmaları, diğer yanda özgürlüklere yer verilsin talepleri ve umutları…
Aslında geçmiş gerçeklerle yüzleşmek “hesaplaşmadır”.
Nasıl mı?
Toplumu çok kutuplu bir hale getirirsek eğer; barış olmaz, sağlanamaz. Kıyasıya ben haklıyım diyenlerin var ettikleri kutuplaşmanın paylaşımı yoktur ve daha önemlisi anlayışı yoktur. Çıkarlar üzerine kurulu kutuplaşma; siyasal, toplumsal ve sosyal tartışmaları yapamaz ve sonuçlarını paylaşamaz!
Birbirlerinin acılarına bakmayı ve paylaşmayı bilenler barış içinde yaşar. Çok zor sayılmaz anlamak ve anlayış... Kimin haklı olduğu değil; paylaşmak bile acıları dindirir!
Yas tutma zamanlarında birbirlerine saygı duyanlar, yas tutmayı çatışma nedeni saymadan barış içinde bir arada yaşamanın öğretisi yapabilir.
Sayın Ayşe Devrim Başterzi Türkiye Psikiyatri Derneğinin (2015) Barış Kitabı’ndaki “Bellek ve Ötesi” yazısında Mithat Sancar’ın (2007) Geçmişle Hesaplaşma adlı kitabından yaptığı alıntı; yaşadığımız şu günlerde geçmişten geriye kalan öğreti gibi durduğu yerde duruyor:
“Özgür kamusal tartışmanın hedefi, olayların oluş biçimi ve nitelenmesi konusunda tam bir mutabakata varmak değil, olayların taraflarının birbirlerini anlamayı, birbirlerinin acısına bakmayı ve yası çatışma nedeni değil, barış içinde birlikte yaşama kaynağı haline getirecek bir paylaşımı öğrenmelerini teşvik etmektir. “Öteki”nin anlatısını kayıtsız şartsız doğru kabul etmek değil, o anlatının meşruluğunu kabullenmeye ve onu dinlemeye açık olmak yönünde atılabilecek en önemli adımdır.
Geçmişin işlenmesi konusunda dikkat edilmesi gereken önemli önemli bir husus, bu bağlamdaki faaliyetlerin, bir iç savaş ya da etnik gerilim nedeniyle parçalanmış aşırı kutuplaşmış toplumlarda, karşılıklı önyargıların, nefret duygularının ve intikam isteklerinin tarihsel nedenlerini masaya yatırmak ve bunların aşılması konusunda yöntemlerini aramak zorunda olduğudur. Ancak bu yöntemlerin yeniden toplum haline gelmeyi veya toplumsal bütünleşmeyi sağlamalarının, acıyı ve mağdurluğu tek yanlı bir biçimde mutlaklaştıran değil, ortaklaştıran bir dil üzerine inşa edilmelerine bağlı olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir”.
Barış için TBMM’de Komisyon kuruldu…Ne için?
Terör mü? Eve Dönüş Yasaları mı? Barış mı? Yoksa demokrasi mi? Anayasa mı? Ne?
Kapalı kapılar ardında tartışacaksınız. Tartışmayı biz bilmeyeceğiz. Parlamento dışı muhalefete; işte bu barış, işte bu........
© Bianet
