Bir toplumun barışı, çocuklarının ana dilinde özgürce konuşabildiği kadar derindir
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in “Öğrencilerin Söz Varlığının Tespiti, Geliştirilmesi ve İzlenmesi Projesi” tanıtımında yaptığı açıklamalar, yalnızca bir eğitim politikası beyanı değil, aynı zamanda Türkiye'deki toplumsal yapının ve devlet-toplum ilişkilerinin çok katmanlı bir yansıması olarak okunmalıdır.
Tekin'in ana dil okuryazarlığına dair vurguları, bu kavramın yalnızca dilsel bir yeterlilik düzeyinde değil; kültürel kimlik, toplumsal barış ve devletin beka söylemiyle iç içe geçtiğini göstermektedir.
Pedagoji açısından bakıldığında, ana dil çocuğun bilişsel, duygusal ve sosyal gelişiminde temel bir araçtır. Çocuk, dünyayı ana diliyle algılar, anlamlandırır ve bu dille düşünce dünyasını şekillendirir. Paulo Freire'in (1970) eleştirel pedagoji yaklaşımında ifade ettiği gibi, dil sadece iletişim aracı değil, aynı zamanda özgürleşmenin ve kendini gerçekleştirme sürecinin taşıyıcısıdır. Eğer bir çocuk, kendi ana dilinde yeterli okuryazarlık geliştirememişse, yalnızca akademik başarı değil, aynı zamanda özgüven, özsaygı ve toplumsal katılım gibi alanlarda da geri kalır.
Bakan Tekin'in "Çocuklarımızın ana dil okuryazarlıklarının gelişmesi sadece kültür aktarımı için değildir" ifadesi, bu bağlamda anlamlıdır. Burada dolaylı olarak Vygotsky’nin (1978) “sosyal gelişim kuramı” da devreye girer; çünkü dil, çocuğun sosyal çevresiyle etkileşiminin temelidir. Ana diliyle gelişen bir birey, bilişsel olarak daha sağlam temellere oturur ve öğrenmeye açık hale gelir.
Toplum, dilsel kimliklerle inşa edilen bir yapıdır. Ana dil, bireyin hem kendini ifade etme aracı hem de kolektif kimliğin bir parçasıdır. Tekin’in "çocuklarımız toplumsal hayatta toplumla barış içinde kendilerini ifade edemiyorlar" sözleri, dilsel yetersizliğin bireyi sosyal bağlamda nasıl dışlayabildiğine dair önemli bir işaret fişeğidir.
Sosyolog Pierre Bourdieu'ya göre (1991), dilsel sermaye bireyin toplumsal konumunu belirler. Ana dilde yeterli olmayan bireyler, kamusal alanda dışlanma riskiyle karşı karşıyadır. Bu durum sadece bireysel bir eksiklik değil; aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir yapıdır.
Yine Habermas’ın “kamusal alan” kuramı çerçevesinde (1984), bireylerin özgürce fikir beyan edebilmeleri için ortak bir dilsel zemine sahip olmaları gerekir. Bu zemin oluşmadığında, toplumsal barış da tehdit altına girer. Bakan Tekin’in “toplumsal barış tehdit altına giriyor” ifadesi, tam da bu noktada anlam kazanır.
Tekin'in açıklamasındaki dikkat çeken başka bir vurgu ise Cumhurbaşkanı'nın “bu bir beka meselesidir” sözünü anımsatmasıdır. Bu, eğitimin yalnızca bireyleri değil, ulus-devletin bütünlüğünü ilgilendiren bir alan olarak kodlandığını gösterir. Beka söylemi, son yıllarda Türkiye’de birçok politik alanda olduğu gibi, eğitimde de merkezi bir çerçeveye oturtulmuştur.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, “beka” kavramının tek bir kültür veya tek bir dil üzerinden inşa edilmesi durumunda, çokkültürlü ve çokdilli bir toplumda dışlayıcı bir işlev görebileceğidir. Türkiye’nin çokdilli toplumsal yapısında, Türkçenin yanı sıra Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca… gibi anadiller de milyonlarca insanın kimliğini oluşturan önemli unsurlardır. Eğer ana dil politikaları sadece Türkçenin güçlendirilmesi üzerinden yürütülürse, bu diğer toplulukların dışlandığı duygusunu besleyebilir ve toplumsal barışa hizmet etmek yerine gerilim yaratabilir.
Eğitim politikaları, yalnızca merkezî değerlerin yeniden üretimi değil, aynı zamanda farklılıkların tanınması ve kapsanması amacını da taşımalıdır. UNESCO’nun “çokdilli eğitimi” önerisi (2003), çocukların önce ana dillerinde okuma-yazma öğrenmesini, ardından resmi dil ve yabancı dil edinimini savunur. Bu yaklaşım, hem pedagojik başarıyı artırır hem de sosyolojik uyumu destekler.
Bu bağlamda önerilebilecek bazı politikalar şunlardır:
Ana dil temelli çokdilli eğitim programları geliştirilmelidir.
Var olan bütün dillerin söz varlığı ve yazılı kaynakları zenginleştirilmelidir.
Öğretmen eğitimi, çokdilli sınıfları yönetebilecek pedagojik formasyonla donatılmalıdır.
Ana dil eğitimi yalnızca kültürel koruma değil, toplumsal uyum politikalarının bir parçası haline getirilmelidir.
Ana dilde okuryazarlık yalnızca bireyin eğitsel başarısını değil, toplumun bütünleşmesini ve barış içinde birlikte yaşama kapasitesini de belirleyen bir faktördür. Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamaları, bu bağlamda önemli bazı gerçekliklere temas etse de, konunun sadece Türkçeye indirgenmemesi ve Türkiye’nin çokdilli gerçekliğini de kapsayacak şekilde ele alınması büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, kültürel homojenlik dayatması toplumsal barışı tesis etmek yerine, daha derin bölünmelere yol açabilir.
(HA)
Arkadaşlıklarınız nasıl başladı? Arkadaşlar elbet birbirlerine ödün verebilir. Kaç kişi arkadaşlığı başlatabilmek için ödün vermiş, gereğinden fazla adım atmak zorunda kalmıştır? Bugün mobbingi anlatmayacağım. Kaldırımların işgalinden de söz etmeyeceğim. Bir kuralı izleyerek de yazmayacağım. İçimden nasıl geliyorsa… Çünkü bu fazlasıyla kişisel bir deneyim. Benzer şekillerini farklı biçimlerde yaşayanlar vardır ama deneyim de bir tarafıyla özeldir. Elbet konumuz yine sağlamcılık ve onun bir yansıması.
Sağlamcılığın niyetten bağımsız olduğunu defalarca vurgulamıştım. O, bilincin şekillendiği ortamda var olan ve sürekli derinleşen bir akımdır. O nedenle “sağlamcılar kötüdür” gibi bir kalıba sığacak bir durum değildir. Herkes biraz sağlamcıdır çünkü. Sağlamcı bir toplumda yetişmiş, ondan öğrenmiştir kişi. O nedenle sağlamcı yönelim adeta tanımlı gelmiştir kendisinde. O nedenle sağlamcılığın yarattığı eşitsizlik damgasını vurur her davranışına. O eşitsizliğin en sosyal haline değinmek istiyorum bugün.
Hayat bazı ayrıntılarda gizlidir. Küçük bir tweet birini derinlere götürüp çoktandır unuttuğu bir konuyu hatırlatabilir. Bu yazı da öyle bir hatırlamanın ürünü. bianet’in iki engelli öğrenci ile gerçekleştirdiği röportajın altına yapılan bir alıntı bir anda duyargalarımı açtı. Hemen röportajı okudum ve alıntının röportajın en güzel yerinden alındığını fark ettim. Şöyle diyordu genç arkadaşımız Mihriban:
“Çoğu zaman şöyle sohbetler ile karşı karşıya gelir engelli öğrenciler: Oturan bir arkadaş grubuna doğru yaklaşırsın ve gruptan şöyle sesler yükselir: ‘Bir şeye mi ihtiyacın var? Nasıl yardımcı olabiliriz?’ Hâlbuki yalnızca yanlarına oturmaya gitmişsindir. Tam da bu gibi sebeplerden ötürü aslında birlikte yaşama kültürümüzü sorgulamalıyız. Yoksa düzenlenen bir kulüp etkinliğinde veya başka sosyal faaliyetlerde bir erişilebilirlik düzenlemesine ihtiyaç duyulduğunda öğrencilerin desteği mevcut oluyor.”
O kadar haklıydı ki. Bu haklılığını da yarın aynı mesleği yapacakları insanların böyle yapmasının yarattığı çelişkiyi vurgulayarak güçlendiriyor.
O kadar tanıdık, o kadar dost geliyor ki arkadaşın bu net anlatımı. En sıradan bir sosyalleşme olan arkadaş edinmenin nasıl gerçek bir sorun olarak önümüze konduğunu hatırlıyorum. Sistemin “aynılar aynı yere” sağlamcı mantığıyla engellilere ayrı okullar, ayrı sosyalleşme alanları oluşturmak gibi tecrit uygulamaları sürekli gündeme gelir. Arkadaş edinme........
© Bianet
