2024-2025 eğitim öğretim yılı sona erdi: Geride ne kaldı?
“Bir yıl daha geçti; öğrenciler test çözdü, öğretmenler sabır, eğitim ise anlam kaybetti.”
Bir eğitim-öğretim yılı daha sona erdi. Törenlerde dağıtılan karneler, yapılan vedalar, öğretmenlerin yorgun bakışları, öğrencilerin sevinç ve belirsizlik dolu yüzleriyle 2024-2025 yılını geride bıraktık. Peki bu yıl, eğitimde neleri başardık? Daha da önemlisi, neleri yine başaramadık?
Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) istatistiklerine bakarsak başarı oranları artmış, ders kitapları eksiksiz dağıtılmış, öğretmen atamaları yapılmış gibi görünüyor. Ancak sınıfın içinde yaşananlar resmi verilerle örtüşmüyor. Öğrenciler derslere olan ilgilerini kaybetmiş durumda. Z kuşağı, müfredatın dayattığı kalıplarla uyuşamıyor; öğretmenler ise ölçme ve değerlendirme yükü altında eziliyor. Okulun, merak duygusunu destekleyen bir yer olmaktan çok, sadece sınava hazırlayan bir kuruma dönüşmesi ise en büyük kırılma noktalarından biri.
Kırsaldaki bir okul ile büyük şehirlerdeki özel okullar arasındaki uçurum bu yıl daha da görünür hâle geldi. Dijital imkânlar, rehberlik hizmetleri, sosyal etkinlik olanakları gibi konularda yaşanan eşitsizlikler, fırsat eşitliği ilkesinin yalnızca bir slogan hâline geldiğini bir kez daha gösterdi. Öğrenciler doğdukları coğrafyanın kaderine mahkûm edilmemeli; ancak eğitim sistemi bu kaderi değiştirecek eşitlikçi adımları atmaktan hâlâ uzak.
Bu yıl, öğretmenlerin mesleki itibarı açısından da sancılı geçti. Öğrenci ve veli baskısı, sosyal medyada öğretmenlere yönelik itibarsızlaştırıcı paylaşımlar, atanamayan öğretmenlerin sayısının artması ve geçim sıkıntısı; öğretmenliği "idealizm"den "tükenmişliğe" savurdu. Öğretmenlerin söz hakkının kısıtlandığı, eğitim politikalarının merkezinde yer almadığı bir sistemin kalıcı başarı üretmesi mümkün mü?
Bu yıl da öğrenciler test kitaplarıyla boğuştu, deneme sınavlarıyla yarıştı, üzerlerine her gün biraz daha stres yüklendi. Ezberlediler, kodladılar, puanlar ve sıralamalar uğruna sosyal hayatlarından, çocukluklarından, hatta bazen kimliklerinden bile vazgeçtiler. Fakat şunu sormadık: Bu çocuklar gerçekten düşünebildi mi? Kendi fikirlerini özgürce ifade edebildiler mi? Sorgulamanın, eleştirmenin, farklı bakış açıları geliştirmenin değer gördüğü bir ortamda mı yetiştiler, yoksa sadece “doğru cevap A şıkkıdır” ezberinin hâkim olduğu bir sistemin içinde mi kaldılar?
Sanatla, müzikle, felsefeyle, doğayla, tarih ve kültürle temas edebildiler mi? Yoksa tüm bu alanlar “gereksiz” görülüp müfredatın kenarına mı itildi? Oysa eğitim yalnızca akademik başarı üretmek değil, insanı bütün yönleriyle geliştirmekle ilgilidir. Kalem tutan eller aynı zamanda resim de çizebilmeli, sözlü ifade becerileriyle hayata dair sorular sorabilmeli, yaşadığı dünyayı anlamlandırma çabasında desteklenmelidir.
Ancak ne yazık ki eğitim sistemi, bireyin içindeki cevheri keşfetmesine olanak tanımak yerine, onu belirli kalıplara sokan bir yarış parkuruna dönüşmüş durumda. Her öğrenci aynı hızda koşmak, aynı hedefe yönelmek ve yalnızca bu şekilde başarılı sayılmak zorunda bırakılıyor. Bu yarışta geride kalanlar değil, aslında hepimiz kaybediyoruz. Çünkü farklılıkları zenginlik olarak değil, “engel” olarak gören bir anlayışla; yaratıcılığı, düşünme becerisini, ahlâki gelişimi ikinci plana itiyoruz. Oysa gerçek eğitim; merak eden, sorgulayan, hisseden ve üreten bireyler yetiştirmeyi hedeflemelidir. Bu hedeften uzaklaştıkça, eğitimin anlamı da yavaş yavaş silinmektedir.
2025-2026’ya hazırlanırken yalnızca takvimlerin değişmesi yetmez; eğitim anlayışımız da köklü bir dönüşüm geçirmelidir. Eğitimi sadece sınav başarılarına, not ortalamalarına ya da istatistikî verilere indirgemek, insanı göz ardı eden bir yaklaşımdır. Yeni dönemde; öğretmeni merkeze alan, mesleki saygınlığını koruyan ve destekleyen, öğrenciyi sadece dinleyen değil, aynı zamanda anlayan bir sistem kurulmalıdır. Köydeki bir çocukla şehirdeki bir çocuğun eğitime erişimi, olanakları ve hayalleri eşitlenmediği sürece fırsat eşitliği bir temenniden öteye geçemez. Eğitim politikaları teknolojiye yatırım yaparken, aynı oranda insan ilişkilerine, değerler eğitimine, duygusal ve sosyal gelişime de yatırım yapmalıdır. Çünkü nitelikli eğitim yalnızca bilgiyle değil, sağlıklı bir okul iklimi ve insani bağlarla mümkündür. Aksi takdirde, her eğitim yılının sonunda aynı cümleleri tekrarlar, aynı yorgunlukları konuşur, değişmeyen sorunlarla yüzleşmek zorunda kalırız. Gerçek değişim, anlayışla başlar; şimdi o anlayışı inşa etme zamanıdır.
Bir yıl daha bitti. Ama soru şu: Geride ne bıraktık? Yorgun düşmüş öğretmenler mi, geleceğe inancını yitirmiş öğrenciler mi, yoksa şeklen ilerleyen ama içerik olarak eksilen bir eğitim mi?
(AÖ/TY)
Kurum ya da kurumları, toplumu/toplumları, ülke ve/ya da ülkeleri, kıtaları doğal afetler, felaketler bir anda ya da zamanla yerle bir edip yok edebilir. Değişen doğa koşulları veya savaşlar, bombalar ve iç-dış çatışmalar gibi nedenlerle de kurumlar, toplumlar, ülkeler zaman içinde çöküp yok olabilirler.
Bilim dünyası her gün yaşanmış, yaşanmakta olan, yakın gelecekte yaşanabilecek olay ve olgulardan hareketle insanlığı yeni yeni kavramlarla tanıştırıyor. Artık bilim dünyasının gündemine ‘çöküş’ diye bir kavram daha girmiş durumda. İnsanlık ve toplumla ilişkili bu kavram, yaygınlaşarak ve hızla bir bilim dalına (çöküşbilim / kolapsoloji)[1] adını verme, çalışmanın konusu olma yönünde gelişiyor evriliyor.
Ama kurumsal ya da toplumsal ölçekte değersizleştirme ve bu yolla kurum veya kurumları, toplumu çökertme bu bilim dalının -bugün için- kapsamına girmiyor. Ancak yarınlarda çöküşbilim sosyolojisi oluşur, onun kapsamı kurumsal-toplumsal değersizleştirme süreçlerini de içerir biçimde oluşup genişlerse, elbette bu umulmadık bir gelişme olmayacaktır.
Yerleşik tarım toplumunun üç-dört kuşağın bir arada, birden fazla evli çiftin aynı çatı altında barınıp yaşadığı geniş aile yapısı, sanayi toplumunun ana-baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan çekirdek ailesine dönüştüğünde aile içi kadın-erkek işbölümü de gelişerek yeni biçimler aldı. Geniş aileden geçiş ailesi yoluyla çekirdek aileye ulaşım, kadın-erkek eşitliği anlamını da taşıyan bir değişim - dönüşüm sürecidir de aynı zamanda.
Ailenin küçülüp, işbölümünün değişerek yeniden yapılanması ailenin kız-erkek çocuklarının eğitim-öğretim ve çalışma süreçlerini benzeşir kılarak, giderek aynılaştırdı. Böylece yerleşik tarım toplumu kültürüne göre okur yazarlık arttı, eğitim düzeyi yükseldi. Bu da her şeyi olduğu gibi kabul edip itaat edenleri azaltırken soru soranları, itiraz edenleri arttırdı. Biat, itaat, kulluk dönemi yerini anlaşma (uzlaşma-çatışma) süreçlerine terk ederek kabullenme/uyum/reddetme mekanizmalarını yaşamın parçası haline getirdi.
Anlaşma süreçleri yönetenle-yönetilen ilişkisine kurallar getirmeye, kurallar da her iki tarafın ‘ne yapıldığında, ne olacağını’ bilmesinin ya da öngörebilmesinin kapılarını açtı. Ama bu yeni olgu, kuralların etkin ve yetkin bir biçimde uygulanmasını gerektiriyordu. Bunun koşulu da yönetim erklerinin tek elde toplanması değil dağıtılmasıydı. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrı ve de bağımsız olmalıydı. Öyle de oldu.
Tüm sınıf ve toplumsal kesimlerin hem siyasal hakları, hem de haklarını kazanmak ve savunmak için örgütlenme özgürlükleri olmalıydı; parça parça ve uzun mücadelelerle bu hakların neredeyse tümü elde edildi.
Her toplumsal kesim, iktidarda söz sahibi olabilmeliydi. Dönem dönem, yer yer, zaman zaman bu da oldu. İktidarlar seçimle gelip, seçimle değişmeliydi ve de bu seçimler her taraf için eşit koşullarda ve adil bir şekilde yapılmalıydı. Seçimlerin adil biçimde yapılanı, yapılmayanı oldu. Bu süreç onlarca yüzlerce yıl aldı, fakat sonlanmadı. Halen devam eden bu gelişim (şimdi tersi hissediliyor olsa da) eşitlik, devlet müdahalesinin en aza inmesi, devletin görünmezliği ve giderek yok olması yönünde.
Yerleşik tarım toplumundan sanayi toplumu ve ötesine gidildikçe iktidarlar, sınıflı toplumun egemen sınıf temsilcileri olarak; kabilenin, beyliğin, krallığın, imparatorluğun, ulus devletin, birleşik devletlerin yönetimini monarşik, aristokratik, oligarşik ya da demokratik biçimlerde ele geçirip, iktidarlarını sürdürme ve koruma mücadeleleri içerisinde oldular. Tarım toplumundan sanayi ve ötesi toplumlara gidiş sürecinde gelişen-değişen sadece teknoloji, üretim araçları ve ilişkileri değildi elbette. Bilgiler, değerler, inançlar da gelişip, değişip, farklılaştı.
Tramvay metaforu, istendiği zaman binilen ve hedeflenen yere gelindiğinde inilebildiği gibi geri dönmek için de........
© Bianet
