menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Çocukların barış süreçlerine katılımlarına dair dünya örnekleri

6 1
07.11.2025

Biz çocuk hakları alanında emek veren iki arkadaş olarak, son 1 yıldır TBMM çatısı altında faaliyet gösteren Milli Dayanışma ve Kardeşlik Komisyonu’nda sürdürülen, bir tarafın “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı süreci bizde ısrarla, inatla, umutla “Barış ve Demokratik Toplum” olarak isimlendirmek istiyoruz.

Çocukların barış süreçlerine katılımlarını odağına alan bu yazı dizisinin ilkinde çocukların bu süreçlere neden dahil olması gerektiğini tartışmaya açacağız. İkinci yazıda ise Dünya’da çatışmalar sürerken veya çatışma sonrasında kurulan Hakikat Komisyonları’na çocukların dahil olduğu örnekleri, son yazıda ise geçiş dönemi adaleti sürecinde eğitim müfredatının değişimini içeren Dünya’daki örnekleri paylaşacağız. Bu tartışma konularını, Türkiye’de bilebildiğimiz örnekleri de dahil ederek zenginleştirmeye çalışacağız. Umuyoruz ki bu alanda verilen mücadelelere ufacık bile olsa katkısı olur.

Bu yazı dizisini kaleme alırken bizi harekete geçiren nedenlerden ve belki de eleştirilerimizden birini de paylaşmak istiyoruz.

Mevcut durumda barış gibi ülkedeki herkesin hayatını derinden etkileyecek bir konuya dair tartışmaların çok sınırlı kaldığı, pek çok hak örgütünün özellikle çocuk hakları örgütlerinin bu konuda sessiz kaldığı görülüyor. Öncelikle bunun bir özeleştiri konusu edilmesi gerektiğini not etmek gerekiyor.

Bu tartışma için erken olduğunu, yaşadığımız sürecin bir barış süreci olmadığını ifade eden de birçok insan var. Ancak barışın ve demokrasinin bazen iç içe, bazen de birbirinden ayrı mücadele alanları olduğuna inanıyor, barışı ve demokrasiyi istiyorsak bunun için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bu mücadelenin içinde kendimizi de birer özne kılmak, bu konuda sorumluluk almak istediğimizi paylaşmak istiyoruz. [1]

Çocukların barış süreçlerine katılımını talep etmek, hemen hemen herkesin zihninde çocukların korunması gerektiğini de ifade eden bir içsel çatışmayı beraberinde getiriyor. Bu kaygı, kesinlikle haklı ve doğru. Ancak tahmin edersiniz ki Dünya’da bu kaygıyı ilk kez hisseden yetişkinler bizler değiliz. Benzer bir tartışma, 1990’ların sonuna doğru Güney Afrika’daki geçiş dönemi adaleti sürecinde de yapıldı ve zarar görebilecekleri endişesiyle çocukların bu süreçlere dahil edilmemesi gerektiğine karar verildi. Ancak bundan birkaç yıl sonra Sierre Leone’de daha radikal bir süreç yaşandı ve Dünya’da ilk kez özel sistematik önlemler, prosedürler oluşturularak çocukların dahil edilmesine karar verildi. Çocukların bu süreçlere katılımları için daha temel ilkeleri belirlerken çocuklarla aynı masaya oturdular ve bunu çocuklarla tartıştılar.

Edilgen bir korumaya dayanan, adına paternalist diyebileceğimiz bu yaklaşımın kökeninde çocukluğun ne demek olduğuna dair algılayış biçimlerimiz, çocukları birer politik bir özne olarak görmeye alışkın olmayan toplumsal yapılarımız var. Bu bakış açısını siyasi iktidarların, iktidarını yeniden üretim biçimlerini izleyerek tartışmaya kalktığımızda ise, kendi kaygılarımızdan öte bir stratejiyi izlemeye başlıyoruz. Çünkü kendisi için makul olmayan bir çocukluk halinin iradesini tanıyan ve daha da ötesinde onu düşmanlaştıran bir yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz.

Siyasi iktidarlar için çocuk bazen terörist, bazen çocuk, bazen canavar, bazen masum olabiliyor. “Egemen iktidar, Carl Schmitt’in (1922) “istisna hâlini ilan eden odur” şeklindeki ünlü tanımıyla örtüşür.”[2] Dolayısıyla, Carl Schmitt’in ifadesiyle Türkiye’de siyasi iktidarlar daima çocukluğun sınırlarını çizen ve ideolojik aygıtlarıyla beraber bunu toplumsal kabule dönüştürebilen bir güce sahiptir. Çocukluk, Türkiye’de siyasi iktidarların makbul bulmadığı bir siyasal alan talebinde bulunduğunda cezalandırma tehditleriyle karşı karşıya kalır. Bununla beraber siyasi iktidarlar, çelişkili gibi gözükse de çocukluğu edilgen bir konuma işaret eden, koruma söyleminin içinde tutan bir çerçeveyle ele alır. Ancak öte yandan "egemen iktidar, çocukları koruma söylemi altında aslında onları siyasal öznellikten arındırır.

Çocuk, ‘geleceğin vatandaşı’ olarak değil, ‘yönetilmesi gereken bir nüfus’ olarak görülür."[3] Dolayısıyla bunun bir çelişki değil, siyasal bir strateji olduğunu ifade etmek ve bunu tartışmaya açmak oldukça önemlidir. Yaşadığımız çağda, çocuklukla ilgili üretilen hakim söyleme dikkatle bakıldığında, çocukluğa atfedilen anlamlar daha didaktik, edilgen, korumacı bir çerçeveye işaret eder. Bu çerçeve, barışın konuşulduğu masayı yetişkinlere armağan eder ve çocukları bu süreçten dışlar.

Yetişkin dünyası, çocukları kendi politikalarının ve kurmak istediği düzenin değer ölçütleri çerçevesinde tanımlar; çocukların yaşadığı zararları da ancak bu ölçütler kadar ciddiye alır. “İş barışı” gibi başlıklar söz konusu olduğunda da barış, çoğunlukla yetişkinlerin dünyasına ait bir mesele haline gelir. Oysa çocuklar, savaşın ve barışsızlığın sonuçlarını en derin biçimde hisseden toplumsal gruplardan biridir.

Bu etki düzeyleri üç temel kategoride ele alınabilir:

Mağduriyet: Çatışma ve savaş koşullarından doğrudan zarar gören, fiziksel, psikolojik ve sosyal travmalar yaşayan çocuklar.

Tanıklık: Çatışmalara, milliyetçi ideolojilerin ürettiği düşmanlık söylemlerine ya da şiddetin medyatik temsil biçimlerine tanık olan çocuklar.

Taraf Olma: Çeşitli biçimlerde savaşın veya barışın öznesi haline gelen, kimi zaman ideolojik, kimi zaman toplumsal baskılarla bir “taraf” konumuna yerleştirilen veya taraf olmayı seçen çocuklar.

Ancak bu üç konumun hiçbiri, çocukların barış süreçlerinde özne olarak yer almalarını sağlamaz. Barış, hâlâ yetişkinler tarafından konuşulan, planlanan ve tanımlanan bir gündemdir. Çocuklar bu süreçte ya korunması gereken “mağdurlar” ya da “geleceğin barış elçileri” olarak sembolleştirilir; ancak şimdinin özneleri olarak kabul edilmezler.

Gerçek bir barış kültürü, çocukların yaşam deneyimini “gelecek için yatırım” olarak değil, “şimdiki zamanda hak ve özne olma” hali olarak tanıdığında kurulabilir. Bu, Freire’nin özgürleştirici pedagojisinin ve Kuçuradi’nin insanın özgün değerine dayalı etik anlayışının kesişim noktasında durur. Barış, çocukların kendi hikâyelerini anlatabildiği bir dünyada mümkündür.

1. Sözü Tanımak: Katılımı Hak Olarak Görmek

Çocukların özneleşmesinin ilk adımı, onların sesini yalnızca “duymak” değil, sözü tanımaktır. Freire’nin ifadesiyle özgürleşme, “kendi dünyasını adlandırma” kudretidir. Çocuklar, kendilerini ilgilendiren karar süreçlerinde yalnızca danışılan değil, sürece katkı sunan, karar veren aktörler olmalıdır. Bu, sembolik “çocuk katılımı” değil, kararların gerçek içeriğini etkileyen nitelikli katılım biçimlerini gerektirir. Bu, “çocuklar da konuşsun” değil, “çocuklar olmadan karar eksiktir” yaklaşımıdır.

2. Deneyimi Değerli Kılmak:

Çocukların özne konumunu güçlendirmek, onların deneyimini pedagojik veya moral ölçütlerle değil, kendi özgün bağlamında değerlendirmek anlamına gelir. Bu, çocuğun sözünü “çocuksu” diye küçümsememek; onun duyarlılığını “duygusal” diye değersizleştirmemek demektir. Doğru değerlendirme, çocukların dünyayı algılama biçimlerini “küçük yetişkin” ölçütleriyle değil, kendi anlam evrenlerinde ciddiye almayı gerektirir.

3. Pedagojiyi Yeniden Kurmak: Bilgi Aktarımından Diyaloga

Freire’ye göre eğitim, “banka modeli” olmaktan çıkarılıp diyalog temelli hale gelmedikçe özneleşme gerçekleşemez. Çocuklar bilgiyle doldurulacak kaplar değil, bilgiyi birlikte üreten ortaklardır. Bu, çocukların dünyasını “eğitilecek alan” değil, düşünülecek alan olarak görmeyi gerektirir.

4. Görünürlük Politikası: Temsil Alanlarını Açmak

Özneleşme yalnızca bireysel değil, kültürel bir süreçtir. Çocukların sanat, medya, edebiyat ve siyaset alanlarında görünür kılınması, onların özne konumunu güçlendirir. Bu görünürlük “masumiyet temsili” üzerinden değil, karmaşık ve çok sesli çocukluk deneyimleri üzerinden olmalıdır.

5. Kurumsal Dönüşüm: Çocuk Dostu Değil, Çocuk Katılımcı Yapılar

“Çocuk dostu” kavramı, çoğu zaman korumacı bir tonda kalır; oysa hedef, çocuk dostu değil, çocuk katılımcı yapılar olmalıdır. Bu, kurumların çocukları yalnızca hizmetin alıcısı değil, hizmetin tasarımcısı ve değerlendiricisi haline getirmesini gerektirir.

6. Yetişkinliğin Eleştirisi: Güç İlişkisini Dönüştürmek

Belki de en köklü adım, yetişkinliğin kendisini sorgulamaktır. Freire’nin “ezen–ezilen diyalektiği” burada yetişkin–çocuk ilişkisine de uyarlanabilir. Yetişkinlerin “bilirim, öğretirim, korurum” konumundan “dinlerim, öğrenirim, birlikte yaparım” konumuna geçmesi gerekir. Bu, çocuklukla kurulan ilişkinin temelini değiştiren bir epistemolojik dönüşümdür.

7. Barış Kültüründe Çocuk Özneliği

Barış tartışmalarında çocukların özne konumunu güçlendirmek, çocukların savaşın yalnızca mağduru değil, barışın kurucu öznesi olduğunu kabul etmektir. Çocukların yerel barış girişimlerine, müzakere simülasyonlarına, diyalog atölyelerine katılımı — yaşlarına uygun ama anlamlı biçimlerde — bu kültürün inşasında belirleyici olabilir. Freire’nin dediği gibi, “hiçbir özgürlük bir başkası adına kazanılamaz.” Barış da, çocuklar adına değil, çocuklarla birlikte kurulabilir.

[1] “Barış ve Demokrasi Arasında Sıkışmak: Türkiye’de Birbirinin Şartı mı, Dayanağı mı?”, Atalay Göçer, 11 Haziran 2025, DEMOS Araştırma Kolektifi: https://demos.org.tr/baris-ve-demokrasi-arasinda-sikismak/ - Erişim Tarihi: 04.11.2025.

[2] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular - Erişim Tarihi: 04.11.2025.

[3] “Agamben’in Homo Sacer’i ve Çocuk Haklarının Biyopolitikası”, Soner Akın. “Çocuk ve Çocukluk” içinde, , Sf. 24-50. Oditoryum Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:04, Sayı:06, Haziran 2025: https://www.oditoryumdergi.com/duyurular

(AY/HK/NÖ)

İsrail’in yerleşimci sömürge rejimi, Filistin topraklarında yalnızca insanları, sınırları ve kaynakları değil; iletişimi, bilgiyi ve dijital altyapıyı da doğrudan denetim altında tutmaya çalışıyor. “Üretici Güçten Yıkıcı Güce: Filistin’de Dijital Sömürgecilik” başlıklı bir önceki yazımızda, dijital sömürgeci bu yapının nasıl işlediğini üç temel düzlemde incelemiştik: iletişim altyapısının İsrail denetiminde tutulması, gözetim teknolojilerinin Filistinliler üzerinde sistematik biçimde kullanılması ve çevrimiçi ifade alanlarının daraltılması.

Okuyacağınız bu yazı ise dijital sömürgeciliğe karşı geliştirilen farklı direniş biçimlerine odaklanıyor.[1] Elbette, yerleşimci sömürgecilik ve apartheid rejimi tamamen son bulmadan bahsedeceğimiz bu pratiklerin etkisi de sınırlı. Ancak yerleşimci sömürgeciliğin duvarlarında açılan her bir gedik mücadele zeminini genişletmeye devam ediyor.

Filistin’de dijital sömürgeciliğe karşı mücadele, donanım ve iletişim altyapısı söz konusu olduğunda en çetin hâlini alıyor. İsrail, Filistin topraklarındaki telekomünikasyon ve internet ağlarını sıkı biçimde denetimi altında tutuyor. Oslo Anlaşmaları’yla 1990’larda bazı yetkiler kısmen Filistin Yönetimi’ne devredilmiş olsa da İsrail altyapının kritik unsurları üzerindeki denetimini hiçbir zaman bırakmadı. Bu durum, Filistin’de bağımsız bir dijital ağın gelişmesini engelledi; İsrail’e ise kitlesel gözetim uygulamalarını sürdürme ve Filistinlilerin dijital haklarını kısıtlama olanağı sağladı. Altyapı üzerindeki bu tahakküm, Filistin topraklarının farklı bölgelerinde farklı biçimlerde işliyor.

Gazze’de İsrail, iletişim altyapısını hem teknik hem de siyasal yollarla denetliyor; bu altyapı, aynı zamanda saldırıların doğrudan hedefi hâline geliyor. Ekim 2023’te başlayan saldırı süreciyle birlikte bu müdahaleler daha da yoğunlaştı: Elektrik santralleri, baz istasyonları, fiber hatlar ve medya merkezleri sistemli biçimde vuruldu. Gazeteciler de bu saldırılarda özellikle hedef hâline getirildi. Access Now’ın Kasım 2023’te yayımladığı analizde de bölgedeki internet bağlantısının yüzde 80’in üzerinde azaldığı raporlanırken, Associated Press’e göre Ağustos 2024 itibarıyla Gazze’deki toplam telekom altyapısının en az yüzde 70’i tahrip olmuş durumdaydı.[2][3]

Tüm bu yıkıma rağmen, Gazze’de yaşayanlar uzun süredir iletişim üzerindeki bu ablukayı aşmak için yeni yöntemler geliştiriyor. Ekim 2023 sonrasındaki ağır saldırı koşullarında bile bu direniş kesilmedi: eSIM bağış kampanyaları, taşınabilir hotspot cihazları, telsiz sistemleri ve komşu ülkelerden yakalanan mobil sinyallerle yeniden bağlantı kurulmaya çalışıldı.

Ekim 2023’teki büyük iletişim kesintisinin hemen ardından Gazze’yi dünyaya yeniden bağlamak için uluslararası bir kampanya doğdu. Mısır’dan Lübnan’a, Avrupa’dan Amerika’ya uzanan gönüllüler, eSIM teknolojisi üzerinden Gazze’deki insanlara internet erişimi sağlamak için seferber oldular.[4] Diasporadaki Filistinliler ve dünyadaki destekçiler kendi ülkelerindeki operatörlerden eSIM paketleri satın alıp QR kodlarını Gazze’ye ulaştırdılar. Bu dayanışmanın en görünür örneklerinden biri Kahire merkezli gazeteci Mirna El Helbawi’nin başlattığı #ConnectingGaza kampanyası oldu. El Helbawi, 28 Ekim’de X üzerinden yaptığı çağrıyla, bireyleri eSIM paketleri satın alarak bunlara ait QR kodları Gazze’deki insanlarla paylaşmaya davet etti.[5]

Kampanya kısa sürede küresel bir dayanışma hareketine dönüştü. El Helbawi’nin açıklamalarına göre Aralık 2023 ortası itibarıyla 94 farklı ülkeden gelen bağışlarla 1,25 milyon dolar değerinde eSIM gönderildi; bu sayede 50.000’den fazla Gazzeli yeniden internete bağlanabildi.[6] Bağışçılar, kendi ülkelerindeki mobil operatörlerden eSIM paketleri satın alıyor, bu paketlere ait QR kodları El Helbawi’ye e-posta veya mesaj yoluyla iletiyordu. El Helbawi ve gönüllü ekibi bu kodları Gazze’de internete hâlâ sınırlı erişimi olan kişilere ulaştırıyor, ardından bu kişiler kodları kullanarak çevrelerindeki telefonlara da bağlantı sağlıyordu.

*Mirna El Helbawi’nin X üzerinden eSIM çağrısı.

#ConnectingGaza kampanyasının yanı sıra başka inisiyatifler de gelişti. Ürdün merkezli Gaza Online gönüllü grubu, bağışlanan eSIM’leri doğrudan ihtiyaç sahibi ailelerle eşleştiriyor ve WhatsApp üzerinden teknik destek sağlıyor. Ayrıca dijital hak örgütü 7amleh gibi kuruluşların da katılımıyla oluşturulan #ReconnectGaza kampanyası, yalnızca eSIM bağışlarını değil; uydu interneti, acil iletişim istasyonları ve mobil bağlantı çözümlerinin Gazze’ye ulaştırılması için uluslararası baskı çağrıları yapmayı sürdürüyor.

Gazze’de internet bağlantısını yeniden kurmaya yönelik en önemli çabalardan biri, İtalya merkezli Associazione di Cooperazione e Solidarietà (ACS) tarafından yürütülen GazaWeb projesinin geliştirdiği “ağ ağaçları” oldu.

Bu sistemin çalışma prensibi basit ama etkili: Sınır bölgelerinde hâlâ çekim gücü bulunan İsrail veya Mısır’a ait baz istasyonlarının sinyalleri, eSIM yüklü akıllı telefonlar aracılığıyla yakalanıyor. Bu telefonlar, sinyalin en güçlü olduğu binaların çatılarına veya yüksek direklere, su geçirmez kaplar içinde powerbanklerle birlikte yerleştiriliyor ve hotspot özelliğiyle çevreye kablosuz internet (Wi-Fi) sağlıyor. Böylece ortaya çıkan yapılar, halk arasında mecazî biçimde “ağaç” olarak adlandırılıyor; bu sistemleri kuran ve bakımını yapan gönüllüler ise “bahçıvanlar” olarak anılıyor.

2024 yılı başından itibaren GazaWeb ekibi, Gazze Şehri, Refah, Deyr el-Balah ve Cibaliye gibi farklı bölgelerde en az 15 erişim noktası kurmayı başardı. Ancak bu noktaların inşası ciddi güvenlik riskleri taşıyordu. Sinyalin güçlü olduğu bölgelerde çok sayıda kişinin aynı anda bağlanmaya çalışması, İsrail güçleri tarafından “şüpheli kalabalık” olarak görülerek saldırı gerekçesi addedilebiliyordu. 26 Haziran 2024’te Cibaliye mülteci kampında bir ağ ağacının yakınında toplanan sivillerin üzerine bomba atıldı; en az sekiz kişi yaşamını yitirdi. Euronews’a konuşan ACS proje koordinatörü Manolo Luppichini, bunun benzer nitelikteki üçüncü saldırı olduğunu ve Gazze’de internet bağlantısı kurmaya çalışırken hayatını kaybedenlerin sayısının 20’yi geçtiğini belirtti.[7]

Tüm bu saldırılara rağmen GazaWeb gönüllüleri çalışmalarını sürdürmekte kararlı. Son dönemde, insanların açık alanda hedef olmasını önlemek için “ağaç” sistemleri ev içine taşınmaya başlandı. Özellikle kadınlar ve çocukların sokaklara çıkmadan bağlantıya erişebilmesi amacıyla telefonlar balkonlardan ya da pencerelerden sarkıtılıyor; bu sayede 2-3 kilometre menzilli sinyaller iç mekânlara ulaştırılabiliyor.

Batı Şeria’da internet altyapısı Gazze kadar fiziksel olarak tahrip edilmemiş olsa da, dijital hareket alanı ağır biçimde kısıtlanmış durumda. İsrail, telekomünikasyon ağının tüm kritik bileşenlerini -frekans tahsisi, omurga erişimi, cihaz izinleri vb.- doğrudan denetimi altında tutuyor. Bu yapısal bağımlılık, Filistinli operatörlerin kendi ağlarını geliştirmesini engellediği gibi, kullanıcıları da sansürü aşmak ve bağlantıda kalmak için alternatif yollar aramaya zorluyor.

En yaygın yöntemlerden biri, İsrail operatörlerine ait SIM kartların kullanımı. Kapsama alanı ve bağlantı hızı açısından çok daha avantajlı olan bu kartlar, Batı Şeria’da yüz binlerce kişi tarafından tercih ediliyor. Reuters’ın verilerine göre 2016-2018 yıllarında bölgede 370.000 ila 500.000 arasında İsrail SIM kartı kullanıldı.[8] Bu durum, hem ekonomik hem de siyasi açıdan çelişkili bir tablo yaratıyor: Filistinliler, sömürgeci denetimin dayattığı kısıtlamaları aşmak için aynı denetim ağının ürünlerine başvurmak zorunda kalıyorlar.

Benzer biçimde, sınır bölgelerinde yaşayanlar da Ürdün şebekesinin sinyal taşmasından (“spillage”) yararlanarak alternatif bağlantılar kuruyor. Özellikle Eriha ve Şeria Vadisi çevresinde Ürdün mobil operatörlerinin sinyalleri zaman zaman Batı Şeria topraklarına ulaşıyor ve bu bölgelerde Ürdün SIM kartlarıyla bağlantı kurulabiliyor.[9]

Bölgedeki internet erişimi sistemli biçimde kısıtlanmış olsa da, radyo ve internet radyosu gibi alternatif iletişim araçları Filistinliler tarafından aktif biçimde kullanılıyor. Örneğin Ajyal Radio Network, Batı Şeria’nın farklı noktalarında 22 farklı frekansta yayın yapıyor: Ramallah’ta 103.4 MHz, Cenin’de 92.8 MHz, Eriha ve Ürdün Vadisi’nde ise 100.4 MHz üzerinden yayınlar sürüyor. Bu dağılım, coğrafi olarak erişim sınırlarına takılan topluluklar arasında radyo aracılığıyla iletişimi mümkün kılıyor. Bir diğer önemli örnek, kadınların sesi olmayı hedefleyen Radio Nisaa. Nisaa, kadın muhabir ağlarıyla haber akışını sağlıyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde kadınların sözünü büyütüyor.[10]

Radyo yayıncıları yalnızca geleneksel FM/AM bandında değil, internet tabanlı platformlar aracılığıyla da faaliyet gösteriyor. Örneğin Mart 2020’de Beytüllahim’de kurulan Radio Alhara, “marjinal” seslere alan açan bir internet radyosu olarak öne çıkıyor. COVID-19 döneminde “Sonic Liberation Front” başlığıyla 72 saatlik canlı yayınlar düzenleyerek uluslararası dayanışma ağlarıyla bağlantı kurdu.[11][12] Bu tür internet radyoları, bant genişliğinin sınırlı olduğu bölgelerde düşük hızlı bağlantılar üzerinden erişim sağlayarak iletişim sürekliliğini mümkün kılıyor.

Radyo ve internet yayıncılığı, dijital altyapının bilinçli olarak zayıf bırakıldığı sömürgeci denetim koşulları altında bilginin dolaşımını sürdürebilmek için geliştirilen esnek iletişim pratikleri olarak öne çıkıyor. Bağlantının kesildiği, mobil şebekelerin gözetim ya da frekans kısıtları nedeniyle kullanılamadığı anlarda, radyo hâlâ en güvenilir “ulaştırıcı” araç olmaya devam ediyor.

İşgal altındaki Filistin’de gözetim, gündelik hayatın her alanına sızmış bir denetim biçimi anlamına geliyor. İnsanlar, sürekli kayıt altında olduklarını bildikleri için sokakta sosyalleşmekten ya da kameraların gözetiminde protesto etmekten çekinir hâle geliyorlar.[13] Dijital hak örgütlerinin raporlarına göre Doğu Kudüs, El Halil ve Nablus, bugün dünyanın en yoğun kamera ağlarından bazılarına sahip durumda.[14]

Filistinliler, bu yaygın gözetimi boşa çıkarmak için hem teknik hem de yaratıcı yöntemler geliştiriyor. Yüz tanıma sistemlerini yanıltmak amacıyla maskeler, kefiyeler ve ışık yansıtıcı gözlükler kullanmak; kameraların kör noktalarını sprey boyayla veya lazer işaretçilerle geçici olarak kapatmak en sık başvurulan pratikler arasında yer alıyor.

Bir diğer strateji ise dijital mahremiyet araçlarına yönelmek. Gözetim risklerinin arttığı koşullarda birçok Filistinli, Meta’ya ait uygulamalardan uzaklaşıp uçtan uca şifreleme sağlayan alternatif mesajlaşma servislerine geçiyor. Saha gözlemleri, özellikle genç kullanıcıların Tor tarayıcı, VPN ve benzeri kimlik gizleyici araçları günlük yaşamlarının parçası hâline getirdiğini gösteriyor. Pek çok haber ve rapor Batı Şeria’da dijital hak savunucularının büyük bölümünün artık bu araçları “gündelik yaşam pratiği” hâline getirdiğini belirtiliyor.

Gözetim yalnızca veri trafiğiyle sınırlı değil. 2021 yılında, aralarında insan hakları örgütü çalışanlarının da bulunduğu çok sayıda kişinin telefonunda İsrailli NSO Group tarafından geliştirilen Pegasus casus yazılımı tespit edildi.[15] Bu vakalar, Filistinli sivil toplumun doğrudan hedef alındığını ve işgalin dijital boyutunun ulaştığı derinliği gözler önüne serdi.

İsrail ordusunun sahada kullandığı Blue Wolf ve Red Wolf adlı yüz tanıma uygulamaları, işgal altındaki şehirlerdeki nüfusun fotoğraflarını toplayarak devasa bir biyometrik veri tabanı oluşturuyor. Askerler, bu uygulamalar sayesinde kontrol noktalarında kişilerin kimliğini birkaç saniyede tarayabiliyor; uygulamalar “kırmızı”, “sarı” ve “yeşil” kodlarla kimin geçebileceğini ya da gözaltına alınacağını belirliyor. Buna karşılık Filistinliler, karşı-haritalama pratikleri geliştirerek gözetim sistemlerini tersine çevirmeye çalışıyorlar. Telegram kanalları üzerinden asker devriyelerinin konumları paylaşılıyor, kontrol noktaları işaretleniyor ve sürücüler alternatif güzergâhlara yönlendiriliyor.[16] El Halil ve Nablus çevresinde “kamera tespit” grupları, yeni yerleştirilen gözetim kameralarını fotoğraflayarak sivil toplum örgütlerine bildiriyor; bu veriler daha sonra açık kaynak haritalara işleniyor.

Uluslararası düzeyde de bu gözetim teknolojilerini sağlayan şirketlerden hesap sorma çabaları artıyor. Çin menşeli Hikvision ve Hollanda merkezli TKH Security gibi firmalar, Doğu Kudüs ve El Halil’deki yüz tanıma destekli gözetim ağlarının altyapısında yer alıyor.[17] İsrail’le bağlantılı bu şirketler, itibar kaybını önlemek için “insan haklarına duyarlı gözetim teknolojisi” gibi pazarlama söylemlerine ve yeniden markalaşma stratejilerine başvuruyor. Ancak........

© Bianet