Papa’nın İznik ziyareti
Bir önceki Papa Franciscus, ölmeden önce İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Patriği I. Bartholomeos tarafından İznik Konsili’nin yıldönümü kutlamaları için davet edilmişti. Fakat nisan ayında hayatını kaybedince, bu ziyaretin kendisinden sonra seçilen Papa XIV. Leo tarafından gerçekleştirileceği duyuruldu. Ortodokkatos ve Katolik kiliselerinin karşılıklı görüşmelerinden dolayı bu ziyaret “ekümenik” ya da “mezheplerarası” (interdenominational) olarak adlandırıldı. Yeni seçilmiş bir papanın ilk ziyaretinin Türkiye ve Lübnan gibi nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan iki ülkeye yapmasının arkasında hem Ortadoğu’nun jeopolitik önemi hem de bu bölgede yaşayan farklı mezhepler ve dinler arasında karşılıklı görüş alışverişinde bulunmak olabilir.
Öncelikle, Gazze Şeridi’nde yaşanan olaylar, bölgedeki tek Katolik kilisesinin bombalanması ve üç kişinin hayatını kaybetmesi Vatikan’da endişeye sebep oldu. Lübnan zaten öteden beri Katolik Kilisesi yöneticileri tarafından yakından takip ediliyordu, ancak can güvenliği gibi sebeplerden dolayı ziyaret sürekli ertelendi. Ortadoğu’da oldukça uzun bir geçmişe sahip tarihî Hıristiyan kiliseleri, toplulukları veya aileleri farklı bir ortamda hayatta kalmaya çalışıyor ve bu da Kilise tarafından endişeyle karşılanıyor. Sayıları az da olsa bu “tarihî” topluluklar, bölgedeki süregelen çatışmalardan etkileniyor. Öncelikle, belki Vatikan’a doğrudan bağlı olmayan bu gruplar arasında bir diyalog tesis etmek ve diğer din mensuplarıyla barış ortamında birlikte yaşayabilme mesajları vermeye çalışmak amaçlanıyor. Dolayısıyla, bölgede bir barış mesajı verebilmek, çatışmaların en azından azalabileceği ve Katolik Kilisesi açısından hem mezhepler hem de inançlar arasında yeni ilişkilerin kurulması bakımından önemlidir.
Bu ziyaretin Türkiye ayağında, bir Hıristiyanlık terimi olan “ekümenik” diyalog öne çıkıyor. Kendilerini Hıristiyan ve Hz. İsa’nın takipçileri olarak adlandıran iki farklı grubun, tarihî olarak ortak bir “amentü” (credo) formüle etmelerine sebep olan bir toplantının 1700. yılında bir araya gelmeleri her iki taraf için de önemli. Hatta pek çok Hıristiyan için bu formülada geçen ve amentü geleneğine pek uymayan “(ben) inandım ki...” diye başlayan havarilerin formülasından farklı olarak, “Biz inanıyoruz ki... ” ifadesiyle hem Ortodoks hem de Katolik kiliseleri mensupları kastediliyor.
Fakat İznik Amentüsü’nde bulunmayan Latince ifade Filioque (“ve Oğul”), yani Kutsal Ruh’un “Baba ve Oğul’dan gelir” eklentisi, ileride “1054 Büyük Ayrılık” olarak ifade edilen ayrışmaya sebep oldu. Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) Hristiyanlığı arasında en derin teolojik ve politik uçurumlardan biri haline geldi ve 1054 Büyük Ayrılık’a doğrudan katkıda bulundu.
Vatikan yetkililerince ilan edilen resmî programa göre, Papa XIV. Leo 27 Kasım Perşembe günü Ankara’ya gelerek Anıtkabir’i ziyaret ettikten sonra Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde resmî törenle karşılanacak ve ikili görüşmelerin ardından İstanbul’a hareket edecek. 28 Kasım sabahı Harbiye’deki Saint Esprit Kilisesi’nde bölgede görevli Kilise mensuplarıyla bir görüşme gerçekleştirecek. Daha sonra Bomonti’de bulunan, “Fransız Fakirhanesi” olarak bilinen Katolik rahibelerin hizmet ettiği, farklı dinlerden bile olsa yoksul ve kimsesiz yaşlı kadınlar için açılmış olan huzurevine bir ziyaret gerçekleştirecek. Buradan da helikopter ile İznik’e geçecek. Aziz Neophytos adına yaklaşık 1600 yıl önce inşa edilen bazilikanın arkeolojik kalıntılarında “ekümenik” bir ayine katılacak. İstanbul’a dönüşte de yerel piskoposlarla bir toplantı yapacak.
İznik’te bulunan kalıntılar, aslında o tarihlerde Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanların yaşadıkları zorlukları gösteren bir işarettir. Neophyos adlı 16 yaşındaki Hıristiyan bir genç, 313 yılında Milano Fermanı ile dinin serbest bırakılmasından önce gölün kıyısında Romalı bir asker tarafından öldürülmüş ve bazilika da inancı için öldürülen bu genç adına gölün yanında inşa edilmişti. Muhtemelen “şehit” edildiği noktaya yapılan bazilikanın, sonradan gölün 20 metre kadar içinde kaldığı biliniyor. Ancak bugün suların çekilmesiyle, bazilikanın 740 yılındaki depremde yıkılmasından dolayı sadece temelleri kalmış durumda.
Kilise tarihçileri, konsil toplantılarının “küçük bir kilise”de yapıldığını öne sürdüklerinden, bugünkü kalıntılar o küçük kilisenin sonradan genişletildiği izlenimini de uyandırıyor. Planlanan papalık ziyaretinde bu kalıntıların yanında bir ayin düzenlenmesi, yeri kutsal bir mekâna dönüştürecek. Bu ziyaret, aynı zamanda iki Kilise’nin, 1700 yıl önce olduğu gibi, bu topraklarda yeniden birleşebileceği ihtimalini güçlendirmesi bakımından sembolik bir öneme sahip olduğunun bir kez daha görüleceği bir ziyaret olacak. Zaten Patrikhane’de ortak bir açıklama yapılması da ziyaretin ana temalarından biridir.
Akşam, Volkswagen Arena’da bölgedeki Katolik cemaate Kutsal Ayin’i yönetmesi de her papalık ziyaretinde yapılan bir geleneğin tekrarı. Katolik nüfusun kalabalık olduğu yerlerde, bu tür ayinlerin büyük salonlarda hatta stadyumlarda yapılması olağandır.
30 Kasım ise İstanbul Patrikliği için Aziz Havari Andreas’ın anıldığı önemli bir gün. Hıristiyanlık tarihi açısından, havarilerden Aziz Petrus’un Katolik Kilisesi’ni, Aziz Andreas’ın da Ortodoks Kilisesi’ni kurduğuna inanıldığı için, böyle bir günde iki Kilise’nin liderinin bir araya gelmesi de sembolik bir öneme sahip. Sabahleyin Aya Yorgi Katedrali’nde Ermeni cemaatiyle yapılacak dinî törenin ardından İstanbul Fener Patriği I. Bartholomeos ile baş başa bir öğle yemeği ve karşılıklı “birleşme” ile “yakınlaşma” temennileri sonrasında Türkiye’den ayrılıp Beyrut’a geçerek ziyaretlerine devam edecek.
İmparator Konstantinos tarafından muhtemelen 20 Mayıs 325’te toplanan bu konsil, Kilise içindeki iki önemli soruna odaklanmıştı: Melitiyen bölünmeleri (yani, Mısır’da çeşitli baskılardan dolayı inançlarını inkâr etmek zorunda kalan Hıristiyanların yeniden kabul edilmesi), ve Arian krizi (yani, İsa Mesih’in ebedî Tanrı Oğlu olarak reddedilmesi). İznik Konsili’nde alınan kararlar, bu iki çatışmaya yanıt vermede belirleyici oldu. Zira Arian din adamları, Hz. İsa’nın hem bir “kelime” (logos) hem de bir oğul olarak sonradan yaratıldığı, dolayısıyla bir başlangıcının olduğu, yani ebedî olmadığı gerekçesiyle Tanrı olamayacağını iddia ediyorlardı. Bu konsilin en önemli sonuçlarından biri, inanç birliğini sağlamasıdır. Arian sorgulamalarına karşılık Hz. İsa’nın consubstantiality (eşit özdeşlik), yani Tanrı ve Oğul’un (İsa’nın) özdeş ve aynı özden olduğunu kabul eden doktrini temsil eder.
Konsilden asırlar sonra bile burada belirlenen inanç ifadesi, Kilise’nin dayandığı prensiplerden biri oldu. İnanca dair bu temel görüşün yanı sıra, Hıristiyanlığın artık imparatorlarla eşit bir ilişki kurduğu ve hatta bir “devlet dini” haline geldiği de ortaya kondu. Zaten günümüzde de Vatikan’ın gerek dinî gerekse seküler yapısı, bu konsilin bir imparator himayesinde toplanmış olduğu gerçeğinden hareketle dünyevi siyasetin ayrılmaz bir parçası haline gelmesinde en büyük etmendir.
Türkiye’de turizm organizasyonlarının Papa’nın ziyaretinin ülkedeki turizme katkı sağlayacağını iddia etmeleri, beklentilerin yüksek olmasına işaret ediyor. Ancak dünyadaki Hıristiyan hac ve ziyaret merkezlerinin sayısına bakılacak olursa, İznik Konsili’nin tarihî önemine rağmen çok fazla ziyaretçi çekeceğini söylemek doğru olmayacaktır. Her uluslararası toplantıda veya spor müsabakasında olduğu gibi, böyle beklentilere girmenin her zaman doğru olmadığına dair örnekler mevcut.
Bu ziyaretle Türkiye tarafı öncelikle, kendi vatandaşlarının dininin dışında başka bir inancın köklerine nasıl saygı duyup koruduğunun altını çizmeli. Fakat en önemlisi, bölgedeki çatışmalara dair güçlü bir mesajın çıkması ve Türkiye’nin bölgeye barışın gelmesine yönelik çabaları desteklediğini göstermesi olacaktır.
Şu anda en önemli husus, “Amerikalı” bir dinî liderin öncelikle kendi vatandaşı olan siyasî liderlere bölgeye dair siyasetlerini gözden geçirmeleri için bir uyarıda bulunması; hem İsrail-Filistin hem de Irak, Suriye ve Lübnan’da barışın sağlanması için sadece “dua”nın yetmeyeceği, aynı zamanda çeşitli diplomatik girişimlerde bulunulması gerektiği mesajını vermesidir. Hatta kendisinin daha önce de dile getirdiği “orantısız katliam” söylemini tekrar etmesi de beklenebilir. Türkiye siyaseti bu fırsatı iyi değerlendirerek kendi duruşunu, haklılığını ve hatta endişelerini dinî lidere ikna edici bir şekilde aktarabilmeli. Papa’nın bundan sonraki uluslararası görüşmeleri ve beyanlarında bölge halkının beklentilerini dile getirmesi sağlanmalı.
(AMY/VC)
“Gerçek sistem, yönetmeliklerde değil; bir öğretmenin sabrında, bir çocuğun gözündeki ışıktadır.”
Otuz altı yıl… Yaklaşık bir ömrün yarısına denk düşen bu zaman dilimi, yalnızca bir eğitimcinin mesleki serüveninin değil, aynı zamanda Türkiye’de eğitim politikalarının dönüşüm hikâyesinin de sessiz bir tanıklığıdır. Bu yıllar boyunca çok sayıda “reform”, “yeni dönem” ve “vizyon belgesi ”ne şahit oldum. Her defasında “bu kez gerçekten bir değişim olacak” inancı dile getirildi. Ancak geriye dönüp bakıldığında, bu girişimlerin büyük bölümünün kalıcı ve yapısal bir dönüşüm yaratamadığı görülmektedir. Türkiye’de eğitim, hiçbir dönemde bütüncül ve sürdürülebilir bir sistem niteliği kazanamamış; çoğu zaman sistem görünümünde, fakat uygulamada geçici, parçalı ve dağınık düzenlemeler bütünü olarak varlık göstermiştir.
Bu ülkede eğitim hep üç sütun üzerine kuruldu: merkeziyetçilik, sınav odaklılık ve günü kurtarma telaşı.
Her gelen iktidar, eğitimi ideolojik bir mühendislik alanı olarak gördü. Müfredatlar değişti, sınav sistemleri yeniden kurgulandı, ders kitapları yeniden yazıldı. 2024’te açıklanan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” de bu zincirin son halkasıydı. “Çağın ruhuna uygun, değer temelli bir eğitim” denildi ama yine aynı ses yankılandı sınıflarda: “Öğrenciye sorulmadı, öğretmen dinlenmedi.”
Hazırlık sürecinde öğretmenlerin, sendikaların, eğitim fakültelerinin görüşü alınmadı. Katılımcı olmayan bir modelin demokratik bir eğitim doğuramayacağını oysa hepimiz biliyorduk.
Bir eğitim sistemi düşünün ki, kendi kimliğini bile tanımlayamamış olsun. Ne öğrencisini tanır, ne öğretmenini; ne toplumla bağ kurar, ne kültürle temas eder. Sadece biçim değiştirir. 5 3 3 olur, sonra 4 4 4’e dönüşür, ardından “kademeli özgünlük” denilerek başka bir formüle bürünür. İçerik aynı kalır, yalnızca tabelalar değişir. 2020’lerde dijitalleşme konuşulurken okullar hâlâ sobayla ısınır; yapay zekâ ile eğitimden söz edilirken öğretmenler hâlâ geçinebilmek için ikinci bir işte çalışır. Bu çelişkiyi hangi “sistem” açıklayabilir?
Bugün MEB, “dijital dönüşüm” ve “yapay zekâ destekli öğrenme” projeleriyle övünüyor. Ancak o teknolojinin fişini takacak priz, o kodu anlayacak öğretmen eğitimi, o derse erişecek internet altyapısı çoğu okulda yok.
Köy okullarında hâlâ bağlantı çekilmezken şehir merkezlerinde “robotik kodlama setleri” dağıtmak, gerçekte hangi ihtiyaca karşılık geliyor? Görüntüde bir sistem var, ama özde yalnızca sistemsizliğin düzeni işliyor.
Yıllar boyunca sahada gözlemledim: Yukarıda alınan kararlar, aşağıda harfiyen uygulanmak istendi. Ne pedagojik gerçekler dikkate alındı, ne de sahadaki deneyim. Biz öğretmenler her seferinde yeni bir “yeniliğin” enkazı altında yeniden başladık.
Yorgun ama kararlıydık. Çünkü biliyorduk: Sorun sistemsizlik değil, varmış gibi yapılan ama aslında hiç var olmayan sistemlerin baskısıydı.
Kâğıt üstünde planlar, projeler, raporlar… Ama sınıfta başka bir hayat akıyor:
Sabahın köründe yollara düşen çocuklar, ikinci işte çalışan öğretmenler, ısınmayan........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta