menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dinin zayıfladığı ortamda seküler hac merkezleri

14 1
26.07.2025

İnsanların bazen hayal güçleri bazen de ilahi veya açıklanamayan sebeplerden dolayı tecrübe ettikleri dini görünümler (apparitions) asırlardır hemen her kültürde rastlanmaktadır.

Hıristiyanlıkta Hz. Meryem’in henüz kendisi hayatta iken İspanya’daki Zaragoza’da bir sütun (bu yüzden pillar) altında havariye görünmesi, Meksika’daki Guadalupe’de Fransa’daki Lourdes’ta, Portekiz’deki Fatima’da hatta Mısır’daki Zeytun’a kadar çoğunlukla çocuklara görünüp çeşitli “ilahi” mesajlar vermesi Katolik Kilisesi’nin üzerinde durmak zorunda kaldığı hadiselerdir.

Manastırlardaki Budist keşişlere görünen Buda, hatta ileride Buda olacak varlıklar olan Bodhisattva’lar veya Müslümanların gördüklerini iddia ettikleri “ruhaniyet”ler ya da Hindulara kendi dinlerinin kutsal kişilerini görünmeleri veya Yahudilerin melekler, şeytanlar hatta ölülerini görmeleri evrensel olarak samimi dindarların inançlarını kuvvetlendiren ve yeni mesajlar almalarını sağlayan psikolojik tecrübelerdir.

Diğer kiliselerin bu tür “tabiatüstü” görünümleri kabul etmeye yakınken Protestan Kilisesi uzak durması da dikkat çekicidir. Bu kültürlerarası olgu aslında dini tecrübenin bütün geleneklerde benzer olduğunu göstermekte ama aynı zamanda bu tür olguların daha çok kriz zamanlarında ortaya çıktığını da unutmamak lazım. Zor zamanlarda tabiatüstü varlıklardan manevi bir işaret ve ne yapılmasına dair bir işaret almak insan tabiatına da uygundur.

Psikoloji açısından dini veya manevi halüsinasyonlar eğer yoğun bir duygusal sıkıntı veya meditasyon neticesinde meydana geliyorsa farklı değerlendirilebilir. Bazı nörolojik durumlarda bireylerin yaşadıklarını iddia ettikleri tecrübelerin kesinlikle doğru olduğuna inanmalarını sağlayabilir.

Ama benim bugüne akademik çalışmalarımda incelediğim Meryem Ana görünümlerindeki ilgili kişilerin herhangi bir psikolojik sorunları olduğunu göstermiyor. Hatta görünümlerin meydana geldiği coğrafya ve tarih diliminde daha çok Kilise’nin bir manevi sıkıntısı olduğu söylenebilir. Özellikle modernleşme ve onun bir uzantısı olan sekülerleşme bu tür dini müdahaleleri sanki gerekli kılmaktadır. Tabii dini otoritelere rapor edilen bu hadiseler özellikle psikolojik ve mental açıdan yıllarca sürecek bir araştırmaya tabi tutuluyor ve “otantik” olup olmadığına karar veriliyor.

Basit bir genelleme yapılacak olursa Katolik ailelerde yetişen çocukların bu tür görünümlere maruz kalması mümkün iken çevre ve yetiştirilme tarzı bakımından Budizm’de daha çok “aydınlanmış olgun bireyler tecrübe etmektedir. Hıristiyanlık daha doğrusu Batı’da çocukların masum olduklarına inanç onların dürüst bir biçimde başlarına gelenleri aktaracaklarına inanmayı da beraberinde getiriyor. Sanki kız çocukları daha dindar ve çevrelerinde olup bitenlere daha duyarlı oldukları için Meryem Ana ve nadiren de Hz. İsa görünümlerini daha fazla tecrübe ediyorlar. Burada üzerinde durulması gereken husus, bu tür tecrübelerin meydana geldikleri kültürel ortamlarda ele alınmasıdır. Nasıl ki Budist bir ortamda Katolik tecrübelere pek rastlanmıyorsa ya da rastlansa bile önemsenmiyorsa yerel bir yorumdan bahsedilebilir.

Jane Campion’un yönettiği 2021 yapımı The Power of the Dog filminde baş karakterin kişiliğini simgelediğine inanılan Montana dağlarındaki havlayan köpeğe benzetilen gölge belki başka kültürel ortamlarda hiç de ilgi çekmeyecekti.

Ya da ülkemizde uzun yıllardan beri ilgi çeken Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağlar’ın eteklerine 15 Haziran ila 15 Temmuz arasında saat 17:50 ile 18:10 arasında bulutsuz ve güneşli havalarda Mustafa Kemal Atatürk’ün yan profiline benzeyen bir gölge görüntüsü ziyaretçiler tarafından gözlemlenebilir. Artık son dönemlerdeki teknolojik gelişmeler sayesinde fotoğrafları çekilebilir ve film olarak kaydedilebilir. Ancak bu tür olayların efsane ve söylence boyutunu aşarak doğrudan “mucize” olarak nitelendirilmesi kendilerine güvenilen insanların anlatımına göre daha kolay değildir. Ama olayın 1975’te askeri kurumlara fotoğrafının gönderilmesinden sonra yerel yöneticiler “Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri” adıyla diğer dinlerdeki “hac ve ziyaret yeri” statüsüne çok benzer bir şekilde doğal koruma alanı statüsü verilmesi yine evrensel bir davranış biçimine işaret etmektedir.

Hıristiyanlıktaki hac merkezlerini ziyaret eden fiziki hastalıkların “mucizevi” bir şekilde iyileşmesi veya Asya dinlerindeki “aydınlanma” tecrübeleri burada belki de “devletin kurucu önderinin hala ülkedeki gelişmeleri izlediği” ve zor zamanlarda müdahil olabileceği umudu taşımaktadır. Ama görünen odur ki şimdilik bu “doğal mucize” sadece bölgenin turizm faaliyetlerini çeşitlendirmek ve belki de yerel istihdamı artırmak gibi düşüncelere hizmet etmektedir. Eğer turizm yetkilileri dünyadaki başka yerlerdeki “seküler hac merkezleri” incelenerek popülaritesi artırılabilir ama bunun için de Atatürk figürünün daha küresel bir tanınırlığa ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, kendisine derinden saygı duyulan tarihi, siyasi veya kültürel figürler de dini “azizler” gibi toplumların kolektif bilinçlerinde yer alabilir. Dini bağlamın ötesinde insanların derin psikolojik ve manevi ihtiyaçlarının böylesine olağanüstü tecrübelerle ilişkilendirilebileceğinin en iyi örneklerindendir.

Seküler olarak adlandırılan hac merkezlerinin belki de en ünlüsü İspanya’nın kuzeyindeki Santiago de Compostela’ya yapılan ve camino olarak adlandırılan yürüyüş haccıdır. Avrupa’nın farklı ülkelerinden insanların evlerinden çıkarak yüzlerce kilometrelik yolu yürümeleri her ne kadar dini bir amaçla şehirdeki katedrale ulaşmak olsa da yol sanki daha öne çıkmaktadır. Peru’daki Machu Picchu da dini öneminden ziyade tabii güzellikler açısından öne çıkmaktadır. Komano Kodo artık hemen hemen dini anlayıştan kopmuş ve Japonya dağlarındaki tarihi yoldaki antik mabetler ziyaretine dönüşmüştür.

Washington DC’deki Vietnam Savaş Anıtı da yakınlarını kaybedenlerin ötesinde genel bir milli sembol haline gelmiştir. Kailash Dağı’nın (tırmanmanın yasak olması dolayısıyla) yaklaşık 52 Km uzunluğunda etrafını dolaşma ziyaretçilere eşsiz bir doğa manzarası ve huzur verirken Budist inancına göre bu yürüyüşü 108 kere yapabilenlerin Nirvana’ya ulaşacaklarına inanılmaktadır. Taj Mahal ya da Grand Kanyon da ziyaretçi sayısı bakımından seküler hac merkezi sayılabilir. Ya da yazarlar, müzisyenler veya siyasetçilerin mezarları da bu anlamda bir çeşit seküler hac merkezi olarak adlandırılabilir.

Dini hac merkezleri belirli bir inanca mensup insanların alakalarını çekerken yine benzer bir şekilde ortak bir kültür ve estetik duygulara sahip kişilerin de seküler topoğrafyaları ziyaret etmeleri anlaşılabilir. Ancak çoğunluğu bir dine mensup bir bölgede gözlemlenebilen en iyi örnek 1968 yılından itibaren üç yıl boyunca Meryem Ana’nın Kahire şehrindeki Aziz Demiana kilisesinin çatısı üzerinde göründüğüne inanılmasıdır.

Hem Müslüman hem de Kıpti binlerce kişinin şahit olduğuna inandıkları bu görünüm Hıristiyanlar için de ortak bir mesaj olarak algılanmaktadır. Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar ve Kıptiler için birleştirici bir hadise olabilirdi. Nitekim Protestanlar için Meryem Ana’nın görünümleri bu olayla ilk defa sorgulanmaya ve hatta inanılmaya değer olduğu tartışılmaya başlanmıştır. Madem “Müslümanlar tarafından bile” görüldüğüne göre Katoliklerin dışındaki diğer Hıristiyanlar için de yeniden ele alınabilir bir olgu haline gelmiştir. Zeytun semti aynı zamanda Meryem Ana’nın bazı tasvirlerinde barışın sembolü olan zeytin dalı taşıması belki de 1967’deki Altı Gün Savaşları sonrasında orta Doğu’ya barış ümidi getirebilirdi. Ama son yaşanılan Gazze katliamları gösterdi ki bu tür sembolik yorumlar hayatın gerçekliği ve insanların hırslarıyla bağdaşmamaktadır.

Ardahan’daki Atatürk görünümleri de tarihi, kültürel ve siyasi açılardan yorumlanabilir ama medyada çıkan haberlerde çoğunlukla ziyaretçilerin farklı meslek gruplarından oldukları vurgulanmaktadır. Ziyaretçilerin de mevcut ortamda kendilerinin bir kurtarıcı beklediklerini söyleyebilmeleri kendilerinin “seküler” kimliklerine zarar verebileceği endişesiyle dile getirilmemektedir. Ama bireylerin ister dini ister seküler anlamda inançlarının doğrulanmaya ihtiyaç duydukları da oldukça barizdir.

(AMY/HA)

Dersimli sanatçı Delil Xıdır, yeni müzik çalışmasında dinleyicileri Ermenice bir kadın adı olan “Nırvart” ile buluşturuyor. Aynı adı taşıyan parça, bizi Delil Xıdır’ın babası Musaê Millê’nin gençlik yıllarına götürüyor ve onun on beş yaşında iken on altı yaşındaki Ermeni kızı Nırvart arasında filizlenen duygusal yakınlaşmayı anlatıyor.

Ancak Nırvart ile Musaê Millê’nin dayısının iki kızı, 1938 Katliamı sırasında (ya da hemen öncesinde) kurşunlanarak öldürülüyor; böylece kişisel öykü trajik bir boyut kazanıyor.

Babasının bu anlatısı, Delil Xıdır’ın belleğinde yer etmiş; yaklaşık 90 sene sonra söz ve müziğe dönüşerek “Nırvart” adlı çalışmanın temelini oluşturmuştur. Söz ve müziği Delil Xıdır’a ait eser, üç sanatçının ortak seslendirmesiyle kaydedilmiştir: Delil Xıdır’a, uzun süredir birlikte çalıştığı Sürgündeki müzisyen Hasan Sağlam ile sanatçı Gulê Mayera eşlik etmektedir. Aranjör koltuğunda Ahmet Özgül otururken, klibin yönetmenliğini Hasan Sağlam üstlenmiştir.

“Nırvart” şarkısı bizi hem Dersim’e hem de trajedi kavramının daha iyi anlaşılmasına götürüyor. Dersimli ozanların bir trajediyi melodiye dökme geleneği, tarihsel, felsefi ve sanatsal birçok boyutu beraberinde getiriyor. Bu klam, kavuşamayan bir aşkın ve o dönemin toplumsal koşullarının ağıdıdır. Ozanlık kavramının tarihsel dönüşümünü ve trajedi‑ağıt ilişkisini inceleyerek, Dersim tarihi içinde bu aşk hikâyesini anlamaya çalışacağız.

Homeros’u yalnızca bir destan anlatıcısı şair olarak görmek, Platon sonrası dönem ile tek tanrılı dinlerin doğuşunun şekillendirdiği bir yaklaşımdır. Homeros, modern anlamda bir ozan değil; din kuramcısı bir ozandır ve anlatıları aynı zamanda bir dinin içeriğini oluşturur. Onun çağı, henüz şiir, edebiyat ve hakikatin birbirinden ayrılmadığı, bir daha geri gelmeyecek özgün bir dönemdir. Platon’un, ozanların tanrılar hakkında “yalan söylediklerini” ileri sürerek onları ideal devletinden kovmak istemesi bu dönüşümün yalnızca bir adımıdır. Yüzeyde salt siyasal bir müdahale gibi görülebilecek bu tutum, belki farklı koşullarda başka biçimde yorumlanabilir ya da göz ardı edilebilirdi; ancak Platon’un felsefî hamlesi, çok daha köklü bir değişimi beraberinde getirdi.

Platon, tanrıyı ve yaratılışını rasyonel bir düzene bağlayarak anlaşılabilir bir dünya tasarımı geliştirdi; ozanların değişken tanrı‑evren kavramlarının yerine, Tanrı kurallı bir kozmik düzen kurar. Timaios diyalogunda tasarladığı “Demiurgos” (ilahi zanaatkâr) kavramı, duyusal dünyadaki karmaşayı idealar örneğine bakarak düzenli bir kozmos hâline getirir. Bu dönüşümden önce Homeros, hem şair hem de din kurucusuydu; tanrılar hakkında söz almak isteyen herkes Homeros’a başvurmak zorundaydı. Sonraki çağların bir başka dâhisi Shakespeare ise yalnızca büyük bir şair olarak kaldı—artık yeni bir dinin kurucusu ve referans noktası değil.

Tek bir ozanın konumu değişmemiştir; ancak kozmik düzen ve bu düzen içindeki olayların nedenleri değişmiştir. Düzen kavramının evrimini görmek için atomculara bakabiliriz. Demokritos’a göre atomlar boşlukta düz bir çizgide, değişmez bir zorunluluk altında hareket eder; bu sistem mutlak bir nedensellik anlayışına dayanır: her şey bu mekanik zorunluluğun içindedir ve rastlantıya yer yoktur. Epikuros ise bu anlayışı kırar. Ona göre atomlar bazen, nedensel zorunluluğun dışında, küçük sapmalar yapabilir; bu sapma, doğada özgürlük ve rastlantının kaynağıdır. Doktorasını bu iki filozof üzerine yazan Marx için bu sapma, yalnızca fiziksel bir açıklama değil, aynı zamanda insan özgürlüğünün felsefî temelidir.

Demokritos tanrılar hakkında pek konuşmaz, doğayı tamamen mekanik süreçlerle açıklar. Epikuros tanrıların varlığını kabul eder, fakat onların doğaya ya da insan yaşamına müdahale etmediğini savunur. Aristoteles’in tanrısı ise “ilk hareket ettirici”dir; düzene ve yaşama karışmaz. Ancak Aristoteles’in tasarladığı evren, nedenselliğe dayandığı için zaman içinde........

© Bianet