menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Örgütlenme zorunluluğu: Kültür emekçileri ne istiyor?

21 0
23.08.2025

Çeşitli iş kollarında çalışan beyaz yakalıların hangi sınıfa mensup olduğuna dair tartışmalara son yıllarda bir şekilde denk gelmişizdir.

Bu iş kolu kültür oldu mu daha da derinleşir tartışmalar. Bu alanda çalışanların sınıfsal pozisyonunun Marx’ın söyledikleri ile açıklanamayacağı iddiası, maddi olmayan emek üzerine geliştirilen yeni teoriler; bir biçimiyle çoğumuzun zihninde bir karmaşaya neden olur.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Nilgün Tunçcan Ongan’ın kültür işçileri olarak yayınevi emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını araştırdığı “Yayın Emekçisinin Adı Yok” kitabı bu tartışmalara cevap veriyor.

Kor Kitap tarafından geçtiğimiz hafta okur ile buluşturulan çalışmada kültür işçiliğinin karakterine dair tartışmalar Marx’ın emek-değer teorisine atıflar ile yanıtlanırken, yayıncılık gibi kültür-sanatla ilişkilendirilen bir alanda dahi derinleşen sömürü biçimleri, bizzat yayınevi emekçileri ile yapılan mülakatlar ve diğer saha araştırmaları vasıtasıyla paylaşılıyor.

Ongan, yayınevi emekçilerinin çalışma koşullarındaki esnekliği görev dağılımındaki belirsizlik, uzaktan çalışma, yapay zekâ ve nitelik kaybı gibi başlıklar etrafında ele alırken kötü çalışma koşullarının arkasındaki rıza üretimini ise ekonomik baskı, idealizm sömürüsü ve ayrıcalık duygusu gibi boyutlarıyla değerlendiriyor.

Marx’ın emek-değer teorisine karşı üretilen argümanlar yayınevi emekçilerinin anlattıklarından hareketle çürütülmeye çalışılırken çalışma kapsamı dışında kalanlar da çarpıcı. Araştırmadaki kimi katılımcıların mülakat sonrasında anlattıklarının paylaşılmamasını istemesi, ortalamaya göre çok daha iyi koşullarda çalışan ve çalıştığı yere dair çokça olumlu görüş bildiren katılımcıların dahi kimliğinin anlaşılmasından korkması sektördeki açık hukuk ihlallerinin ve psikolojik şiddetin yansımaları olarak yer alıyor.

Yayınevi emekçilerinin iş tanımına göre ortalama kazançlarından maaş beklentilerine kadar birçok anketin sonuçlarına değinilen çalışmada bu beklentilere nasıl ulaşabileceğine dair bir tartışma da mevcut.

Çıkarılan tüm sonuçlar karşısında yayınevi emekçilerinin örgütlenmesinde karşılaştığı zorluklara ve olanaklara da yer veren Ongan, alan örgütlenmesi ve sendikal örgütlenmenin muhasebesiyle de okurları baş başa bırakıyor.

"Yayın Emekçisinin Adı Yok", spesifik olarak yayınevi çalışanlarını mercek altına alsa da kültür endüstrisinde çalışan herkes için uygulanabilir incelemeler sunması ve sektörün emek perspektifinden değerlendirilmesi bağlamında önemli bir çalışma.

Kapitalist üretim ilişkilerinin göz ardı edilerek sınıfın dışına itilmeye çalışılan yayınevi emekçilerini sınıfın diğer kesimleriyle buluşturmaya çalışan bu çalışmayı salt bir akademik çalışma olarak değerlendirmek de doğru olmaz. Çünkü bizzat yayınevi emekçileri tarafından anlatılan çalışma koşulları ve mücadele deneyimleri sektör içinde nasıl bir anlayışın hâkim kılınması gerektiğine dair bir çağrıyı da içeriyor.

"Yayın Emekçisinin Adı Yok", Kor Yayınları, Nilgün Tunçcan Ongan, 96 sayfa

(AV/EMK)

“Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.”

Sesler romanının 62’nci sayfasında Seferbeyi’nin ağzından söylenen bu sözler sadece başka bir dünyada yer alan Ansul şehrinin kaderini mi anlatıyor bize? Size de bugünlerde söylense tam da yerini bulacak gibi geliyor mu?

Ursula K. Le Guin (1929–2018), elbette bilimkurgu, fantastik ve spekülatif kurgu edebiyatının zirvesindeki isimlerden biri, ancak o aynı zamanda kurgularında bile hakikati arayan bir yazar. İşte bu yüzden Le Guin’in hikâyelerini okurken, başka dünyaları hayal etsek de kendi gerçekliğimizden asla bütünüyle soyutlanamayız.

Onu okurken uzak diyarlara yolculuk ederiz ama her seferinde, kendi dünyamıza dair daha fazla şeyle döneriz.

Sesler, bizi Batı Sahili’nde yer alan Ansul şehrine götürüyor; yazar, sokaklarında rahatça gezinebilelim diye haritasını bile çizmiş okur için. Ama biz, o sokakları zihnimizin içine kazınmış kendi dünyamızda dolaşarak tanıyoruz, çünkü anlatılan her hikâyenin bir karşılığı mutlaka bizde var.

Bir önceki yazım da Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i üzerine yazınca pek çok kişi Ursula K. Le Guin’in Sesler (Voices) romanını hatırlattı. Zaten en sevdiğim yazarların başında gelen Le Guin’in bir kitabı üzerinden çağımıza bakmak istiyordum, bunu fırsat bilerek yıllar önce okuduğum Sesler’i yeniden gözden geçirdim. Gördüm ki anlatı hiç eskimemiş.

Sesleri, Metis Yayınları’ndan Çiğdem Erkal İpek’in çevirisiyle 2008 yılında okumuşum. 2025’te bir kez daha okuduğumda fark ettiğim ise şu: Seslerde anlatılan her şey hâlâ geçerli, hâlâ çok gerçek.

Bu nedenle hemen tavsiyemi yapayım; Sesler bir üçleme........

© Bianet