Osmanlı Layihalarında İktisat Ahlâkı- Spekülatif İktisadi Düşüncenin Gelişimi ve Cumhuriyete Etkileri (1838-1923)
Çağ tasnifçiliğine ciddi bir eleştiri getiren İbrahim Kafesoğlu, ezber bozan bir yorum getirir. Ona göre, Türk tarihi içinde Osmanlı Devleti’ni baz alırsak bu dönem Tanzimata kadar Orta Çağ, Tanzimattan Cumhuriyete kadar Yeni Çağ, Cumhuriyetten sonraki dönem ise Yakın Çağ olarak adlandırılmalı.(1) Bugün ile geçmiş arasında bağ kuran tarihçi, teorik ön koşullu paradigmalardan kurtulma çabası içindedir. Avrupa tarihçiliğinin kendi kültür havzası içinde tasnif ettiği çağlar, Türk tarih açısından bir gerçekliliği olup olmadığı tarihçilerin tartışacağı bir konudur. Fakat her kadim kültür çevresinin kendine has başlangıç ve bitiş noktalarında Ortaçağ dönemi yaşanmışsa Türk tarihinde kendine has başlangıç ve bitiş noktalarının olduğu açık olarak görülmektedir. Bu yazıda Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan ve yavaş ilerleyen süreçte iktisadi düşünce tarzının mahiyetine ilişkin epizot anlatılmaya çalışıldı. Literatürde bulunan bilimsel kaynaklardan yararlanılma gayreti içinde olunmuştur. Tarihi değişimin öncüsü niteliğindeki iktisadi gelişmeler, makalenin bütünlüğü bozulmadan belirli bir dönem içinde ele alınmıştır.
Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan toplumsal değişim ve iktisadi fikirlerin girişi yukarıdan aşağıya doğru gelişim takip etmiştir. Her dönemin egemen devlet yapısı içinde toplumun değer yargıları yani kendine has özellikler barındırır. Bu tür kültür değişimleri devreler halinde incelemek, ciddi araştırma ve çaba gerektiren bir uğraştır. Medeniyet tarihçilerinin tespitiyle söylersek her kültürel değişimler birbirinden çok farklı etkileşimler altında gelişme göstermiştir. İnsanı ticari hayata yaklaştırmayan Ortaçağ Avrupası’ndan anlaşılacağı üzere feodal aristokrasi ve kilise babalarının hakim görüşü toplumun her katmanına kadar sirayet etmişti. Henri Pirenne Ortaçağ Avrupası’nı şöyle ifade eder: “Ticaretle uğraşmanın küçültücü olduğu ön yargısı Fransız Devrimine kadar feodal kastın yüreğinde derinliğine kök salmış olarak kaldı.”(2) Avrupa ticaret burjuvazisinin ortaya çıkışı ve Coğrafi Keşiflerle servet birikiminin oluşması iktisadi görüşleri başka bir zemine oturtmuştur.
Osmanlı Devleti’nde halkın muhafazakâr yapısı ve Din-ü Devlet anlayışının etkisiyle halk her tür keşfin yapılmasını devletten beklemiştir. Hakim devlet anlayışının ürkütücü bir güç olması bireyin varlığı ile yokluğu anlamında bir sorun teşkil etmemiştir. Bu anlayış kendine özgü bir sosyal yaklaşım ortaya koyması ve manevi kültür ilişkisinin baskın karakteri ile bağlantılıdır. Dolayısıyla maddi kültür ile manevi kültürün birbiriyle olan ilişkisi bakımından Batı medeniyeti bunu aşmayı laiklik vasıtasıyla gerçekleştirmiş böylelikle Batı medeniyeti din ile ilişkilerinde daha mesafeli davranmaya başlamış ve dinin toplum üzerindeki etkisi zayıflamıştır.(3)
Osmanlı ıslahat layihalarından anlaşıldığı kadarıyla devlet adamları imparatorluğun güçlü dönemlerine dönmesi için daha çok harp endüstrisine önem vermiştir. Osmanlı devlet bürokrasisinin hazırladığı ıslahat layihaların içeriğini oluşturan temel düşünce bozulan devlet sistemini ve ahlakçı iktisat düzeninin “saf” şekliyle yeniden uygulamaya konulmasını teklif eden tasarılardır. Osmanlı padişahı ve bürokrasi kadrosunun da ticari ilişkilerin dışında tutulması resmi bir görüş haline gelmiştir. Servet artırımına gidecek süreçlerin Osmanlı Devleti’nin normatif iktisat yapısı içinde ahlâki olmadığı düşüncesi yaygın bir düşüncedir. Osmanlı iktisat düşüncesi kendi kendine yeten, ihtiyacı kadar üretme ve kanaat-yeterlilik kavramıyla şekillenmiştir. Aynı şekilde devlet anlayışında maliyeye gelir getirici fonksiyonların ciddi şekilde düşünülmediği görülmektedir. Layihalarda iktisadi zihniyet oluşumunun yansımalarına bakıldığında mevcut düzenin muhafaza edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ancak bu iktisadi sistemin günümüzdeki kapitalizmin uygulanışına bakıldığında daha insancıl kaldığını söylemek gerekir. Üretim vasıtaları ve teknik kuvvetler dünyada rasyonel bir biçimde dağıtılsaydı günümüzdeki iktisadi orantısızlık ve adaletsizliğin reaksiyonu olan Milli Kurtuluş mücadeleleri de tabiatıyla meydana gelmezdi.(4)
Günümüzdeki imar kavramı “kalkınma” kavramıyla aynı anlamda kullanılır. Kalkınma, daha çok toplumun sosyal ekonomik gelişmişliği ile tanımlanırken imar kavramı kentsel çevrenin veya bir yörenin fiziksel yapısının daha modern çehreye kavuşturulması anlamında kullanılır. Osmanlı devlet yapısı içinde bu iki kavram farklı biçimde kullanılmıştır. Bunlardan birincisi “şenlendirmek” diğeri “imar etmek”. Bir yeri şenlendirmek kavramı, yeni fethedilen topraklara veya nüfusu azalmış yörelere nüfus yerleştirmektir. Ya da yeni kurulacak köy ve yerleşkelere nüfus kaydırılması yani toprağa bağlı reaya için “sürgün” anlamında kurumsallaşmış bir kavramdır.(5) Kent için kullanılan imar kavramı daha çok vakıflar yoluyla yaptırılmış, topluma hizmet eden cami, medrese, hastane, aşhane, misafirhane hatta kale gibi binalara imaret adını vermişlerdir.(6) Osmanlı tarihini dönemler halinde incelerken bugünkü ideolojik düşünce açısından bakmamak gerekir. Her dönemin kendine has konjonktürel durumunu yansıtan düşünce yapısı vardır. Karahanlı Hakanı Tamgaç Buğra Han’ın 1065’te yaptırdığı vakfiyesinde, Orta Asya Müslümanlarının hastane için “Bimaristan” veya “Darülmerza” adını verdiği görülmektedir. Selçuklularda ise “Darülafiye” ve “Darüşşifa” kullanıldığı anlaşılmaktadır. Osmanlı’da “Darüşşifa” ile birlikte daha çok “Darüssıhha”, “Şifahane”, “Bimarhane” ve “Tımarhane” kullanılmıştır.(7) Günümüze kadar ulaşan hastanelerin çoğu Osmanlıdan kalma imaretlerdir. Batılılaşma hareketinden sonra modern hastanelerin ve eğitim için hastanelerin açıldığını görmekteyiz. 19 Şubat 1805’de Kasımpaşa’daki Tersane-i Amire de hekim ve cerrahların yetişmesi için modern tıp eğitimi ve 17 Şubat 1839’da Galatasaray’da Mekteb-i Tıbbiye-i Adliyye-i Şahane hastanesi açılmıştır. Askeri hastanelerin modernleştirilmesi için 1842’de Avusturyalı Dr. Lorenz Rigler görevlendirilmiş ve Maltepe Askeri Hastanesi Viyana’daki Josefinum tarzında yeniden düzenlenmiştir. 1899’da ilk çocuk hastanesi olan Hamideye-i Etfal açılmıştır. (8) Dilencilikle mücadelede atılmış önemli bir adım olan Darülaceze’nin kurucusu II.Abdülhamit’tir. Sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocuklar, bakıma muhtaç yaşlılar için yapılması planlanan binalar Dahiliye Nazırı Halil Rıfat Paşa tarafından 2 Şubat 1896’da tamamlanmıştır.(9) 1896’da İstanbul da başlayan kolera salgını ile müzadalede II.Abdülhamid Pasteur Enstitüsü hocalarından Dr. Chantemesse getirtmiş ve bu suretle ilk Baktreriyoloji laboratuvarı kurulmuştur.
16.yüzyıl öncesi Osmanlı medreselerinde erkenden matematik öğretimi gelişmeye başlamıştır. İlk eserler “tecrid” haşiyeleriydi. İlk ünlü matematikçi Kadızade Rumi, Türkistan’a giderek hayatını Uluğ Bey’in kurduğu medrese ve rasathanede geçirmiştir. Öğrencisi Ali Kuşçu Türkiye’ye gelerek eserlerini Türkiye’de yayımlamıştır. Torunu Kutbiddin Mehmet ile Mirim Çelebi Türkiye’de yüksek matematik öğretimi ve yayınını devam ettirmişlerdir.(10)
18.yüzyıl öncesi Osmanlı medreselerinde farklı bir eğitim verilmekteydi. Üç başlık altında toplarsak eğitim sisteminde öncelikli olarak Dini-hukuki bilgiler, fıkıh ve kelam ilimleri vardı. İkinci sırada müsbet ilimler olarak matematik, tıp, felsefe, astronomi, coğrafya dersleri işlenmekteydi. Üçüncüsü alet ilimleri denilen bilimler vardı. Bunlar: “yardımcı araç dersler olarak mantık, belagat, mania, bedi, imla, yazım kuralları ile ilgili derslerdi.”(11) 16. yüzyılda medreseler sistemindeki bozulmanın ilk haberlerini Gelibolulu Mustafa Ali gözlemlemiştir. Ulemanın önemli eserler ortaya koyamadıklarını, İlmiyede adam kayırmanın yaygınlaştığını ifade etmiştir Müderris ve kadılıkların rüşvetle verildiğini söylemiştir.(12) Bu kaynaktan anlaşıldığına göre 16. yüzyıl itibariyle müsbet ilimlere karşı bir ilgisizlik Osmanlı ulemasında başlamıştır. Batı’da o sıralar Kopernik, Kepler, Galileo’lar yetişmişti. Astronomi, mekanik, optik alanında büyük keşifler başlamıştı.
Tanzimatla beraber imar ve imaret kavramlarının halkın tamamına yönelik kalkınma anlamında “ihya” kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Mustafa Reşit Paşa’nın Hariciye Nazırlığı sırasında kurulan Ziraat ve Sanayi Meclisi aynı yıl içerisinde “Meclis-i Umur-u Nafia” adını almış, müzakerelerde sanayi-ticaret sorunlarının yanında gelişmenin birçok yönleri ele alınmıştır. Okulların ıslahı, çocuk düşüklerin azaltılması gibi sorunlara çözüm getirilmeye çalışılmıştır. Komisyonun adını “Umr” kökünden gelen imar kelimesi değil, menfaat, fayda, kâr ve çıkar anlamındaki “nef” kökününden gelen “Nafia” kelimesi kullanılmıştır.(13) Vesikalarda “imarethane” kavramı “imar edilmiş inşa edilmiş” demek olup her biri içinde kullanılır. İmaretler her biri birer vakıf olan külliyelerin bir parçası veya müstakil kurumlar olarak vakıf nizamnamesine göre işlerdi.(14) 1845 yılından sonra her eyaletten bir Müslüman, bir gayri Müslim olmak üzere İstanbul’a çağrılmış. “Meclis-i Vala” görüşmelerinde “İmar meclisleri” kurulmuş. Eyaletlerde ülkenin bayındır kılınması için araştırmalar yapmaları ve rapor halinde sunulması istenmiş, hazırlanan raporlarda sorunların başlıkları özellikle yol, köprü, su yolu, gibi isteklerden oluşuyordu.(15) Bu hizmetlerin yapılabilmesi için devletin ülke içinde tam olarak örgütlenmesi ve bu tür yatırımların devlet bütçesinden ayrılacak bir fon ile desteklenmesi yönünde programa ihtiyaç vardı. Devletin gelirinin sınırlı olması sebebiyle bu programlar tamamlanamamıştır.
Osmanlı ıslahat layihalarında devletin iktisat düzeni olan Has, Tımar, Zeamet sisteminin bozulduğu belirtilir. Dönemin ıslahat layihaların genel özelliği eskiye özlemin bir yansıması ve devletin bekası, dinin muhafazası üzerine biçimlenmiştir Bu bağlamda Koçi Bey Risalesi’nde (16) Osmanlı düşünce tarzının özellikleri vardır.
III. Selim devrinin Reis-ül Küttabı Ebu Bekir Ratip Efendi’nin(17) tesiriyle eskiye geri dönmenin bir fayda sağlamadığı düşüncesi devlet içinde anlaşılmaya başlandı ve “Müsadere” sistemi hakkındaki görüşleri de ikna edici oldu. Servet biriktirme, milli servet artırma fikrinin Osmanlı iktisat düşüncesine ağır adımlarla girmiştir. Bu bağlamda Tanzimat Hattı Hümayun’unda “mal” emniyetinden ziyade, özel mülkiyetin korunması hususu Osmanlı iktisadi düşüncesi bakımından özel bir durum gösterir.
Osmanlı Devleti’nin 1838’de İngiltere ile yaptığı Balta Limanı Antlaşmasının hükümlerinin hazırlanışında Urquart, Porsoey, Palmeston’un etkileri olmuştur. Bir yıl sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı ekonomik olarak 1838 Balta Limanı antlaşmasının bir uzantısıdır. İngiltere’de Tanzimat Fermanı “adilane ve iyi düşünülmüş” olarak gösterilmiş.(18) Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin “mutlak mülkiyet” anlayışına indirilmiş bir darbedir diyen Halil İnalcık, Tanzimat’ın ilanıyla “Miri” toprakların Garb kanunlarının tesiri ile tüm mülkiyet haklarının (19) devrini başlattığını ifade etmiştir. Tanzimat özel iktisat düşüncesinin zemini ve gelişimini de hazırlamıştır. Osmanlı bürokrasisi ve aydın kesimi iktisadi fikirlerinden etkilendiği David Urquhart 1830 yılından 1837 yılına kadar İngiliz elçiliğinde Baş katip olarak çalışan bir kişidir. İktisat görüşü Adam Smith’in tavsiye ettiği devlet müdahalesinin olmadığı serbest ticaret fikridir. Bu fikir için ideal ülkenin Türkiye olduğuna inanır.(20) İngiliz tüccarların elde ettiği büyük avantajlara rağmen İngiliz Devleti’nin gümrük resminin indirilmesi teklifi red edilir. Urquhart’ın bu uyarısı İngiltere’ye geri çağrılmasıyla sonuçlanmıştır. İktisat sistemi olarak Urquhart’nın düşünceleri Osmanlı bürokrasi ve aydınlar üzerinde etkili bir akım oluşturmuştur.(21) Bir diğer İngiliz elçilik diplomatı olan Muhafazakar Liberal Palmerston Osmanlı maliyesinin ıslahı üzerindeki düşüncesi maliyede geniş bir reform üzerineydi. İktisadi kalkınmanın temel unsurunun devletin etkili denetimidir uyarısında bulunur. Palmerston’un bu düşüncesi “Kameralizm” olarak bilinen düşüncenin ürünüydü.(22) Urquhart’ın düşüncelerinin tamamen aksini ifade eden düşüncelerdir. Palmerston devletçilik fikrini savunurken Urquhart tamamen liberal serbest piyasacı bir düşünceyi tavsiye eder. Sabri Ülgener’e göre ise İslam teolojisi ticaret serbestliğine ve adem-i müdahale prensibine dayandığı için Batı liberalizmi İslami akidelere zıt değildi.(23)
Tanzimatın ilanıyla radikal değişimlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Ticaret mahkemelerin laikleştirilmesi, ticaretin kolaylaştırılması, 1274 Arazi Kanunnamesi ile müstakil küçük çiftçi işletmelerin kurulması Batı tarzı mülkiyet anlayışına geçilmeye başlandığı görülebilir.(24) İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası 1848 yılında Ticaret Nezareti’ne verdiği bir raporda Milli sanayinin gelişmeme nedeninin yabancı mallarla rekabetin imkansızlığından kaynaklandığı belirtilir. İthal edilen mallar üzerindeki gümrük vergilerinin artırılması talebinde bulunulur.(25) Gümrük vergilerinin düzenlenmelerinde gayri Müslimler lehine yapılan düzenlemeler Türk mallarının üzerinde olumsuz etkileri olmuş, milli sanayinin gelişmesine engel olan bir durum yaratmıştır.
İktisat düşüncesini Osmanlı’da yaygınlaştıran yayın organları “Takvim-i Vekayi” gazetesi olmuştur. (26) Bu dönemde Batı Avrupası’nda finans-kapitalin olgunlaşmaya başladığı görülmektedir. Bu dönemde Osmanlı iktisat düşüncesinin önemli isimlerinden biri olan Cevdet Paşa ortaya çıkar. (27) Cevdet Paşa Jön Türkleri düşünceleriyle etkiler. Cevdet Paşa’nın savunduğu düşünce “Kameralizm”idi. Cevdet Paşa, faydasız harcamalardan uzak durulması, devletin rasyonel bir işletme birimi olarak görülmesi gerektiği üzerinde durur. Yeni Osmanlıların geneli bir nevi ekonomik milliyetçiliği savunmuştur. Namık Kemal 1872’de “İbret” gazetesinde çıkan makalesinde iktisadi kalkınmanın değişik sorunlarını dile getirmiş ve “Milli İktisat” kavramını geliştirmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinin iktisadi görüşlerinde Namık Kemal’in “Milliyetçi İktisat” görüşlerinin etkisi vardır. (28) Bu konuda Ahmet Mithat Efendi, iktisat ile ilgili “Ekonomi Politik” adını taşıyan bir kitap yazmış ve Türklerin ticaretle ilgilenmesini salık vermiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin II. Abdülhamid ile arasının iyi olmasından........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon