menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İlkel Toplum, Özel Mülkiyet ve Filantro-Kapitalizm

11 10
previous day

Üretim basit olarak tarif etmek gerekirse ilk akla gelen insanın yaşaması için gerekli maddeleri elde etmesidir. Ancak madde elde etmek denilince akla pek çok skeptik kavram gelmektedir. En çok anlaşılmayan ise tarihsel olarak “basit yeniden üretim” ve “geniş yeniden üretim”dir. Önsel olarak basit üretim tüketeceğin kadar üretimdir. Geniş yeniden üretim ise kâr güdüsüyle tükettiğinden fazla üretmektir. İnsan düşünce ve davranışlarını ise bu iki kavram açıklar. Üretimden bilim insanının, işçinin, köylünün, tefecinin veya finans-kapitalin anladığı farklıdır. Bunların bazıları üretmeden tüketirken bazıları üretirken aynı zamanda köleleşmektedir. Diyalektik olarak üretimin toplumcul ve teknik ilişkiler içerisinde tabiattan madde alışverişi olduğunu söyleyebiliriz.
İlkel komünal toplumlarda, yani tarihsel komünanın insanları tüketilecek kadar üretim yaparlardı (Kıvılcımlı, 2016: 24). Ancak avcı toplumdan çobanlığa geçiş ve bu proseste medeni kent devletlerinin kuruluşu ile birlikte yeni tip bir sınıf ortaya çıktı: “Tefeci bezirgânlar”. Bu sınıf para gücünü de elinde bulunduruyordu (Kıvılcımlı, 2016: 25). Amacı sadece para kazanmaktı. Bu prosesteki sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişi sinizm ile açıklayamayız. Ancak burada şunu ifade edebiliriz: “Toplumsal ilişkilerde ciddi kırılmalar ve değer değişimi yaşanmıştır”.
Tarihsel arka planda iki çeşit devrim yaşanmıştır: “Yukarı Barbarlık Konağı seviyesine değin yükselmiş kent’den çıkan ilkel-komünalar ve Orta Barbarlık Konağı seviyesinden yukarı çıkamamış Sürücü Çoban ilkel komünaları” (Kıvılcımlı, 2012: 28-29). Birinci kesimler üst yapı için gerekli zenginlikleri oluşturabilmiş ancak diğeri tarım ekonomisine geçmeyi başaramadığı için medeniyete geçmeyi başaramamıştır. İkinci türler genelde göçebe yaşamayı tercih etmiş ve genellikle yüksek teknikli işbölümü medeni ekonomik ilişkiler üzerine kurulu değildir (Kıvılcımlı, 2012: 29). Temel olarak sınıflı topluma geçişi özel mülkiyete bağlayan düşünürlerden biri de Rousseau’dur. Rousseau bu durumu şöyle ifade etmektedir: “ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir.” Diyebilen, buna inanabilecek kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “Bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz. Diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” ( Rousseau, 1995: 135)
Antika medeniyetin yedi bin yıllık sınıfsız toplum geçmişi Rousseau’nun da belirttiği üzere özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte tarihten silinmiştir. Özel mülkiyetin ortaya çıkması ile egemen sınıfların ortaya çıktığı ve bu sınıfların kendi hegemonyaları için devlet kurdukları ifade edilebilir. Somut durumun somut tahlilini yapmak için tarihsel olarak mülkiyetin ne olduğunu ifade etmeliyiz. Mülkiyet tarih ve hukuk biliminde özgür ve bağımsız işlemlerin toplamıdır. İlkel Bezirgân medeniyetlerinde, sonra Kapitalist Toplumdaki bütün bu işlemler üst yapı vazifesi görmüştür (Kıvılcımlı, 2018: 27). Marx bu üst yapı ilişkisine fazla önem vermez. Onun için asıl sorunsal mülkiyetin ortaklığıdır. Oysa medeniyet ortaya çıkmadan önce toplumsal mülkiyet söz konusuydu.
Makalede belirttiğimiz üzere Marx, mülkiyetin tarifini şöyle yapmaktadır: “Çalışarak elde edilen mülkiyet ve çalışmadan yaşayan kişinin mülkiyeti”(Kıvılcımlı, 2018: 28).

Bu konu sadece tarihin değil aynı zamanda arkeoloji, antropoloji, etnografya ve etnolojinin de konusuna girmektedir.
Bu sahadaki çalışmaların çözümlemesi ortaktır. İlk insanlarda kolektif mülkiyet davranışlıdır. Marx ve Engels bu konuyu özel olarak çalışmışlardır. Proudhon gibi düşünürler ise “Mülkiyet hırsızlıktır” diyerek kolaycılığa kaçmıştır.
Tarihçil maddeciliği savunanlar ise özel ve kamu mülkiyetini üretim ilişkilerine bağlamıştır. Toplumsal yapıdaki adaletsizlikler aslında tam olarak üretim ilişkileri özelinde özel mülkiyetin adaletsiz dağılımıdır. İlkel toplumda üretim ilişkileri şöyledir:
“İlkel olarak mülkiyet, insanın kendisiyle bir tek vücut olan, kendisinin olan ve kendi varlığı ile bitişik halde verili bulunan kendi doğal üretim şartlarına karşı davranışından başka bir şey değildir.” (Kıvılcımlı, 2018: 31)
Üretim için olması gereken şartlar ise ikidir:
1) İnsan, sübjektif şarttır;
2) Doğa, objektif şarttır.
İlkel komünal toplumda bu şartlar birbirine geçmiş durumdadır. Aslında birey, bir topluluğun üyesi olarak kabile entitesi halinde yaşar. Bu tür topluluklarda toprağın ve meyve-sebzeler ortak biçimde üretilir ve tüketilir.
Özellikle tarihçil maddeci aydınlara göre cinsel yasaklar toplumsal yasakları meydana getirmiştir. Örneğin komünal yaşamı araştıran Morgan, New York eyaleti içerisinde yaşayan İrokualar’ın içerisinde yaşayarak saha araştırması yapmış ve bu toplulukta ilkel komünal yaşamın izlerini bulmuştur. Morgan bu toplulukta “iki başlı aile” terimiyle adlandırdığı, taraflardan her ikisince güçlük olmadan bozulabilen karı-koca evliliğini ve İrokualalı erkeklerin aynı zamanda yalnız kendi çocuklarına değil, erkek kardeşlerinin çocuklarına da kızım dediğini gözlemlemiştir. Aynı gözlemleri Havai adasında da bulmuştur (Engels, 2015: 36).
Bachofen’nin ilkel komünal aile yaşamına dair Morgan ile benzer düşünceler ileri sürmüştür. Ancak Morgan, Bachofen’den bir adım ilerideydi. Çünkü Morgan ilkel komünal ilişkileri üretim ilişkileri içerisinde değerlendiriyordu. “Aile Tarihinde” Bachofen şunları ifade etmişti: (Kıvılcımlı, 2018: 39)
1) Bütün normlardan yoksun cinsel ilişkiler aşaması;
2) Soy zincirinin babahnalıktan ziyade anahanlığın etkisi altında olması;
3) Kadın egemenliği;
4) Tek eşliliğe geçiş toplumsal ilerlemenin değil toplumun dinin etkisi altına girmesi
Mc Lennan ise ilkel toplumlardaki dinsel oluşumların öncülüğünü totemizme bağlamıştır.Mc Lennan’dan başka pek çok araştırmacı da totemizmin dinlerin ilk temellerini oluşturduğunu ifade eder. (Kıvılcımlı, 2018: 43)
Animizm ve totemizm gibi inanışlar bir süre sonra egemen sınıfların kontrolüne geçer ve toplumda sömürgen ruhban sınıfı oluşur. Artık mitler, mucizeler, törenler ve ritüeller gelişecektir. Tanrı-devlet-yönetici sacayağı oluşur ve komünal toplumda çözülmeler başlar. Edward Wastermarck gibi skolastik Darvinciler ise yasaksız komünal toplumu anlamakta zorluk çekmişlerdir. Wastermarck olaya biyopolitik açıdan yaklaşma gereğini duymuştur. Düşünür, Vahşi Komün ile Barbar Komün’ü ayırma gereksinimi duymamıştır.
Tarihsel süreçte kapitalizm öncesi toplum anlayışı konusunu şöyle devam ettirebiliriz.

İlk insanın medeniyetten önceki konumunu yalınkat bir şekilde doğanın çocuğu olduğu şeklinde açıklayabiliriz. Bugün itibariyle yapılan bilimsel incelemelerde ilkel toplumlarda insanlar kendilerini tabiattan ayrı tutmamıştır. İnsanlar, doğada elde ettikleri deneyimlerle devinim şeklinde düşünceleri pratiğe dökebilmeyi başarmıştır (Kıvılcımlı, 2016: 23). İnsanlık tarihini incelemek istiyorsak ampirik düşünmemiz gereklidir. Zira Bacon’un da belirttiği gibi devlet veya dinsel imgeleri kavrayabilmemiz buna bağlıdır.
Animizm inanışı varlık felsefesi kontekstinde bir kırılma yarattığını söyleyebilir miyiz? Çünkü bu anlayış oldukça fazla kınandı. Aslında animizm insanların doğadaki olaylara insanların kafa yorduğunu göstermesi açısından önemlidir. İnsanın doğasında olan şeylere ruh, tin veya madde üstü değerler atfedilmesi de animizm inanışına dayanmaktadır. Ruh-beden dikotomisinde de metafizikçiler ruhtan yana tavır koyarken tarihçil maddeciler maddeden yana tavır sergilemişledir. Anahanlıkta totem ise cinsel yaklaşma yasağının demokratik sembolüydü. Sürü sahibi babahanlıkta ise tabu ortaya çıktı. Tabu ise özel mülkiyetin kutsallığını işledi (Kıvılcımlı, 2016: 23). Egemen sınıflar dinlerin belirmesiyle birlikte kendilerine dokunulmazlık atfettiler. Varlıküstü şeylere ise Tanrı adı verildi. Artık insan Tanrı’nın kuluydu.
Tarihsel sırayı izlemek için dinsel varoluşçuluğu da ele almamız gereklidir. Çünkü antikite de bu daha eskidir. Kierkegaard bunu Sokrates’e kadar uzandırır. Bilindiği üzere Sokrates’de ahlakçı ve erdemci bir filozoftur. Sartre’de Tanrıtanımaz varoluşçuluğun temsilcilerindendir (Foulquie, 1998: 53). Sartre gibi filozoflar metafizikçilerin aksine tarihsel olarak insanların özgür olduğuna inanır. Metafizikçilere göre toplumda yaşanan krizler tanrının insanlara verdiği geçici sıkıntılar iken Sartre gibi düşünürler bu krizleri kapitalizmin kendi iç çelişkileri ile açıklar. Sarte ise gerçek özgür bireylerin Antika Çağ’da olduğunu ifade eder. Varoluşçulara göre; ereklerimizi kendimiz özgürce seçebiliyorsak hiçbir şey kaybolmuş olmaz. Burada asıl olan ereklerimizi doğru saptayabilmemizdir. Peki ereklerimizi nasıl seçersek özgür olabiliriz? sorusu aklımıza gelebilir. Cevap: “sağduyu ve doğru irade”.
Mutlak özgürlük olabilmesi için sağduyu ve doğru iradeyi kullanmamız gerektiği söylenmekte ancak devletin olduğu yerde bunlar mümkün müdür? Marx bu kertede Hegel’in devlet felsefesine şu eleştiriyi getirmektedir:
“Hegel modern devletin varlığını olduğu gibi tasvir ettiği için değil, devletin bugünkü varlığını esas var olan olarak öne sürdüğü için kabul edilemez.” (Sêve, 1998: 68).
Hegelcilik ile birlikte Fransız spiritüalizm içinde aynı şeyler ifade edilebilir. Zaten bu felsefe Fransız entelijansiyasının ortaya attığı bir fikirdi. Bu felsefenin oldukça tutucu olduğu pek çok düşünür belirtmiştir. Bu yüzden bu felsefe burjuva düzenin tinsel doğrulanması diye tarif edilebilir ((Sêve, 1998: 67).
Marx ve Engels’in öğretilerini aydınların afyonu olarak niteleyenler bu düşünürleri ekonomizm ile yani iktisadi indirgemecilikle suçlamaktadır. Oysa kaba maddeciliği Marx ve Engels daima karşı çıkmış ve erkek-kadınların toplumsal varlıklar olarak kendilerini ayırt ettiğini ifade etmişlerdir (Blackledge, 2017: 50-51). Marx’ın tarih anlayışı tarihsel üretim ilişkilerine dayanmaktadır. Ayrıca Marx toplumsal sınıfların ortaya çıkışını işbölümüne bağlamaktadır.
İşbölümünün oluşması da avcı-toplayıcı toplumlarda ortaya çıkmıştır. Zira cinsiyetler arası işbölümünün oluşması da bu döneme denk gelmektedir. Zamanla da düşünsel emek kol emeğinin önüne geçmiştir. Üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmin gelişmesine yol açmıştır. Feodalizm çağında bireysel haklar topluluğa bağlıyken, kapitalizm, insanlığı, hakları topluluğun haklarına karşıtlık içinde düşünülen bireysel atomlara ayrıştırdı (Blackledge, 2017: 147).
Medeniyet sonrası toplumlarda devlet ile sivil toplum arasında dikotomik bir ilişki ortaya çıkmıştır. Birçok Marksist sivil toplumun ya da ekonominin devletten ayrışmasının başka bir ifade ile siyaset-ekonomi ayrımının, kapitalist üretim ilişkilerinin ürünü olduğunun altını çizmiştir (Coşkun,........

© Aydınlık