Psikolojinin pisliği…
Bu başlık altında birkaç yazı yayımlayacağım.
Amacım, insanın en çok mücadele ettiği, nefret ettiği meseleleri farkında olmadan arzulamasının birey ve toplum için nasıl sorunlar yaratabileceğini vurgulamak. Örneğin, açlığı kimse istemiyor; yoksulluktan nefret ediyoruz. Afrikalı çocukların yetersiz beslenmeden hareket edemez hale gelmeleri itici bulunuyor. Ancak aynı zamanda insanlar, büyük paralar harcayarak diyet programlarına katılıyor ve aç kalmayı güçlü bir irade göstergesi olarak görüyorlar.
Yoksulluktan nefret ediyoruz, evet. Yoksulluğun en belirgin sembolü olan yırtık giysiler değil mi? Ancak bu yoksulluk simgesi yırtık giysiler, pahalı bir moda trendi olarak hayatımıza giriyor. Yoksullukla bağını kopardığımız şeyleri, arzu nesneleri haline getirerek benimsiyoruz.
Ve şu siyahlar… Irkçılığımızın hedefi olan siyahlar. Öyle ki, siyah bile demeyip daha da ayrımcı ifadelerle nefretimizi dile getiriyoruz. Ancak aynı zamanda, bu nefret ettiğimiz siyahların dudaklarına sahip olmak için botoks yaptırıyor, paralar döküyoruz. Siyahların kalça yapıları… Sevmediğimizi söylüyoruz. Ancak beyaz kadınlar estetik ameliyatlarla kalçalarını, bu “sevmediğimiz” siyahların kalçalarına benzetiyorlar.
Nefret ettiğimiz şeylere büyüteçle bakınca, altından haset, kıskançlık ve arzu çıkabiliyor. Psikoloji pazarında da benzer dinamikler var. İnsan, bazen en büyük nefretini en derin arzularıyla iç içe geçiriyor.
Bir uçağın iniş takımlarına dair bir konu çoğu insanı ilgilendirmez ve bu konuda bir yazı yazsam, büyük ihtimalle çoğunuz anlamazdınız. Yani, hemen hemen herkesin bilmediği, yalnızca uzmanlarının konuşabileceği bir konudur. Biz “bilgisizler” ise öğrenmek için sadece sorular sorabiliriz.
Ancak psikoloji böyle bir bilim değil. Sosyal bilimlerin çoğu da aynı şekilde. Her insan, kendisi, sosyal çevresi ve ilişkilerinden hareketle psikolojiye dair bir şeyler bilir ya da öyle düşünür. Bu durum bazen psikoloğun işini zorlaştırabilir. Çünkü psikoloğa giden kişi de bir yanıyla biraz uzmandır. İşte bu “biraz bilme” hali, çoğu insanın psikoloji konusunda çok şey söyleyebilmesine olanak tanır. Ancak bu aynı zamanda, söylenen her şeyin kolayca eleştirilebilir olmasını da beraberinde getirir.
Bu yazdıklarım da elbette bu durumdan muaf değil. Bir yanıyla, bu durum oldukça olumlu bir şey. İnsanların psikolojiye dair bir fikir sahibi olması ve üzerine konuşması, bilime olan ilginin bir yansıması. Ancak bu ilgi, doğru bilgiyle desteklendiği sürece daha yapıcı bir hâle gelebilir.
Bazı dönemlerde bazı işler, sanki çok önemliymiş gibi öne çıkıyor. Kocaman bir adam ya da kadın, lüks bir arabaya binmeden önce üniformalı bir kişi arabanın kapısını açıyor. Sanki bu insanlar araba kapısını açmayı bilmiyormuş gibi bir sahne düzenleniyor. Bu görüntü, arabaya binen kişinin çok önemli biri olduğu hissini vermek için yaratılmıştır. Öyle ki, bu kadar “önemli” birinin araba kapısı açmak gibi “önemsiz” bir işi yapması düşünülemez.
David Graeber bu konuya ilişkin bir kitap yazmış: Bullshit Jobs (Türkçesiyle “Saçma, Gereksiz İşler”). Graeber, kapitalizmin bu saçma işleri son derece rafine bir şekilde organize ettiğini ve bu gereksizliği çok önemsenir hale getirdiğini savunuyor. İngiltere’de insanların 7’si, Hollanda’da ise @’ı yaptıkları işi saçma ve gereksiz buluyor.
Bu tür saçma işlerin devlet kurumlarında daha yaygın olduğu görülüyor. Özel sektörde de bu saçma işler yaygın ama orada bu saçmalık daha sıkı denetleniyor. Bir keresinde yönetici konumda olmayan bir memur arkadaşımı iş yerinde ziyaret etmiştim. Lojmanda oturuyordu; bu durum, onu diğer çalışanlardan ayırıyor ve özel bir konuma getiriyordu. Bürosuna gittiğimde girişte bir bekçi, kim olduğumuza bakıyor ve ne istediğimizi soruyordu. Kuruma adım attığınız anda, özel ve önemli bir yere geldiğiniz hissi verilmek isteniyordu. Her yerde kurumun nerede olduğu yazılı olmasına rağmen, bekçinin işi sadece bize 3. kata çıkmamızı söylemekti. Bir odacı, yan odadaki başka bir memura evrakları götürmek için bekliyordu. Çaycısı ise başka biriydi ve işi sadece çay servis edip boş bardakları toplamaktı. Bu “kocaman ve önemli” insanların çayını bile başkası yapıyordu, çünkü onların zamanları “önemli işlere” ayrılmıştı.
Bazen gazetelerde buna dair haberler okuyoruz. “Bankamatik memurları” işe bile gitmeden maaş alıyorlar. Evde oturmak bile maaş almalarını haklı çıkaracak kadar “değerli” sayılıyor. AK Partili önemli kişilerin birkaç işte birden “akıl veren” sıfatıyla para kazandıkları da sıkça yazılıyor. İşte tüm bunlar, Graeber’in dediği gibi, “boktan işler.”
Bazı işler gerçekten çok gerekli ve değerli olabilir, ancak bu alanlarda da saçmalıklar ve gereksiz davranışlar sergilenebiliyor. Örneğin, doktorluk ve hemşirelik, insanlara doğrudan fayda sağlayan hayati mesleklerdir. Ancak her doktorun ya da hemşirenin yaptığı işin aynı derecede değerli olduğunu söylemek zor.
Günümüzde bazı doktorlar, tıbbi hizmet sunmaktan çok bir tür “hizmet sektörü çalışanı” gibi davranıyor. Hastalarını iyileştirmekten ziyade, onlara müşteri gibi yaklaşarak tıbbi süreci daha ticari bir boyuta taşıyorlar. Hasta memnuniyeti elbette önemli, ancak bazen bu yaklaşım, tıp mesleğinin özündeki etik değerleri gölgede bırakabiliyor. Hizmetin gerekliliği ve niteliği bir yana, bu tür mesleklerde bile önceliğin, asıl amaç yerine gösterişe veya maddiyata kaydığı durumlar gözlemlenebiliyor.
Özetle, değerli ve gerekli işler dahi, yanlış yaklaşımlar veya amaç kaymaları nedeniyle anlamını yitirebiliyor. Bu da Graeber’in sözünü ettiği saçmalıkların, hayati mesleklerde bile kendine yer bulabildiğini gösteriyor. Tabi saçmalık çoğalınca doktor dövebilmek özgürlük ve gelişmişlik göstergesi olabiliyor.
Bazı dönemlerde, bazı işler sanki çok gerekli, kaçınılmaz ve vazgeçilmezmiş gibi öne çıkarılıyor ve adeta şişiriliyor. Yıllar önce, medyumlar televizyon ekranlarında uzun uzun dünyayı ve geleceği anlatırlardı. Pek çok insana umut satarak geçimlerini sağladılar. Günümüzde ise yerlerini yaşam koçları, enerji uzmanları ve astrologlar aldı. Onlar da dünyanın halini ve insanların ruh halini yorumlayarak benzer bir rol üstleniyorlar. Bu kişiler olmadan sanki dünya dönmezmiş gibi bir algı yaratılıyor.
Benzer bir durum, farklı alanlarda da kendini gösteriyor. Örneğin, bazı özel kıyafetler giymiş hocalar veya din adamları çok mühim insan pozundalar. Sanki bir mareşal rütbesine sahipmiş gibi ortalıkta dolaşan Diyanet İşleri Başkanı gibi figürler, varlıklarıyla dünyayı ayakta tutuyormuş gibi bir imaj yaratıyor. Dünya, bu “mühim” insanların sayesinde mi varlığını sürdürüyor, yoksa bu bir yanılsama mı?
Aynı durum psikoloji ve psikoterapi için de geçerli. Bir yandan bu alanlar gerçekten önemli işler yapıyor; insanlara yardımcı oluyor, hayatlarını değiştirebiliyor. Ancak, diğer yandan bu mesleklerin bazı temsilcileri, işleri öyle saçma yerlere götürüyor ki, ortaya adeta bir “bullshit psikoterapiler” alanı çıkıyor. Her alanın gerekliliği, içindeki saçmalıkları göz ardı edemeyeceğimiz gerçeğini değiştirmiyor.
Bu yazı, aslında biraz........
© Artı Gerçek
