Korku ekonomisi
Fark etmişsinizdir. Ben politik anlamda konuşulan barıştan çok tabandaki barışın nasıl olabileceğini, hangi meselelerin bu barışa engel olduğunu (kendimce) anlatıyorum. Barış galiba eşitliğe bir kapı aralamazsa zor olur. Barış dediğimiz proje eşitlik ve adaleti temel almadan mümkün olmaz.
Barıştan söz eden aktörlerin pek de umut verici olmadıklarını biliyorum. Barış, anlatmaya çalıştığım gibi, ancak bir dönüşümle ulaşılabilecek bir hedeftir. Ancak hem aktörlerde hem de toplumda dönüşümden ziyade barışın reddine tanık oluyorum. Buna rağmen barıştan yana olanların tutumlarını sürdürmeleri ve kendi içsel dönüşümleri üzerine çalışmaları gerekiyor. Bu bir umut değil aslında. Bu umuda mecbur olma, umuda mecbur bırakılma. Bana göre başka seçeneğimiz yok. Ben başka seçeneğim olsa da barışı seçerdim ayrıca… Babası Ermeni Soykırımı sırasında Fransa’ya yerleşmiş bir meslektaşımın (Janine Altounian, 2014, Bir Sağ Kurtulan Yazısının Kaleme Alınışından Ruhsal Kaydına Dek Kat Ettiği Yol) ifade ettiği önemli bir düşünce var: Redde uğramış bir tarihin yeniden kabullenilmesinin gerekliliği. Bu sadece travma yaşayanlar için değil, bu bağlamda fail geleneğinden gelenler için de geçerlidir. Yani susulan, atlanılan, reddedilen, bastırılan, çarpıtılan tarihleri de tarihimize katmak… Herkes yeniden kendi tarih anlatısını gözden geçirmek durumunda. Talat Paşa yok sadece bu tarihte… Bu tarihte… Aghet… Seyit Rıza… Ve hiç de az olmayan… Ötekiler… Ve ötekilerin tarihi. Ötekilerin tarihini kendi tarihimize ötekilerin anlattığı gibi ekleyebilir miyiz?
Ötekini kendime katmak beni yoksullaştırmaz; tam tersine zenginleştirir ve kendimle ilgili düşünce üretmemi sağlar. Bebek dünyaya çok sınırlı bir donanımla gelir. “Ben” dediğimiz sistem ise sonradan edinilip inşa edilir. Bebek, annesini, babasını ve yakın çevresini içselleştirerek ‘ben’ini oluşturur. Bir kültüre doğan çocuk, isteyerek ya da istemeden o kültürü de kendine katar. Gelişim, temelde, kendimizin dışındakini kendimize ekleme sürecidir. Bebeğin dili yoktur; dili anneden öğrenir. Gülümsemeyi, kendisine gülümseyenleri taklit ederek edinir. Duygularla davranışlar, jest ve mimikler arasındaki ilişkiyi keşfeder ve onu da ekler. Yemeyi, içmeyi, yürümeyi, hatta tuvalet alışkanlıklarını bile başkalarını izleyip taklit ederek öğrenir. Bu öğrenme sırasında, anne-babanın tepkilerini ve onayını da dikkate alır. “Biz” derken yalnızca ‘Türk’ olmayı kastediyor ve Türklüğü olağanüstü bir konuma yerleştiriyorsam, bunun gerçekliğe uygunluğunu sorgulamalıyım. Kendimi Kürt, Yunanlı, Ermeni, Arap gözüyle de değerlendirmeli; onların algılarıyla yüzleşerek “biz”i yeniden tanımlamalıyım. “Biz iyiyiz, bunu kabul etmeyenler düşmandır/teröristtir” söylemi, gerçeklikten kaçınarak şizoid bir kurgu yaratır. Benim kendimle ilgili bir fikrim, arzularım ve ideallerim var; ayrıca hoşlanmadığım yönlerim ve bunları dile getirmekten çekinmediğim yanlarım da bulunuyor. Daha önemlisi—kendimden gizlediklerim var. Söylediklerim, yalnızca fark ettiklerim; fark edemediklerim ise hâlâ keşfedilmeyi bekliyor. Ben’le ilgili meseleler biz’le de ilgili… Denize döktüğümüzle övündüğümüz Yunanlılar… Hain ilan ettiklerimiz, terörist diye damgaladıklarımız, komşularımız, müttefiklerimiz… Bunların “biz” hakkında ne düşündüğünü duymaya, öğrenmeye ve belki de kendimize katmaya cesaret edebilmek… “İslam en yüce dindir” diyerek işin içinden çıkmak artık mümkün değil. Bu tür mutlak ifadeler, bizi kendimizle yüzleşmekten alıkoyar. İslam’ın ötekisi İslam hakkında ne söylüyor? Müslümanlar hakkında ne düşünüyor? Bir metroda yüksek sesle “Allahu Ekber” dediğinizde, eğer insanlar size yalnızca korkuyla bakıyor ve saklanacak yer arıyorsa, burada üzerinde düşünülmesi gereken derin bir mesele vardır. Bu tepki sadece onların ‘önyargısı’ mıdır, yoksa bizim de kendimize bakmamız gereken bir aynayı mı tutuyordur? Gerçek bir yüzleşme, sadece “biz iyiyiz” demekle değil, başkalarının gözündeki halimize de kulak vererek mümkündür. Aksi hâlde kimliğimiz, yalnızca tekrarlanan bir slogandan ibaret kalır; canlı bir benlik değil, donmuş bir maske olur.
Korku, Adalet ve Yönetim: Günümüz Kapitalizminin Duygusal Rejimi
Rainer Mausfeld (Angst und Macht, 2021, 5. baskı) günümüz kapitalizminde eğitim sisteminin ve adalet kurumlarının –yalnızca bilgi üretimi ya da adalet dağıtımıyla sınırlı olmayan– korku üretici aygıtlar olarak işlediğini öne sürer. Mausfeld’e göre çağdaş iktidarların en iyi bildiği şey, bireylerin yaşadığı nevrotik korkuları somut, dışsal tehlikelere dönüştürmektir. Örneğin, psikanalizde sıkça vurgulanan “yabancıdan tedirginlik” ya da “ötekine karşı duyulan bilinçdışı kaygı”, politik söylemde “yabancı düşmanlığına”, “terör korkusuna” ya da “emperyalist tehdit” algısına dönüşür. Böylece birey, içsel korkusunu somutlaştırarak bir figüre –yabancıya, azınlığa, dış güce– yansıtır. Bu dönüşüm tesadüfi değil, bilinçli bir yönetim stratejisidir. Günümüzde iktidar, konuları teknik düzeyde değil, duygular üzerinden yönetmektedir. Bu duygu rejimi, rasyonel kamusal tartışmanın yerini, afektif manipülasyonun aldığı bir yönetim tarzıdır. Mausfeld, bu süreci “demokrasi menajerliği” olarak adlandırır: Neoliberal ideoloji özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarını sıkça kullanırken, bu kavramların gerçekte birer retorik figürüne dönüştüğünü ve demokrasi retoriği ile demokrasi gerçekliği arasındaki farkın görünmez kılındığını belirtir.
Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri –özellikle sınıflar arası eşitsizliklerin doğurduğu öfke– kontrol edilemez hale gelmesin diye sürekli yeni korkular üretmek zorundadır. Devrimleri engellemenin en pratik yollarından biri, halkı korku iklimine mahkûm etmektir. Aynı zamanda sistem, bireylere mucizevi vaatlerde bulunur: Başarı, zenginlik, özgürlük, eşitlik, adalet… Ancak bu vaatler gerçekleşmediğinde birey başarısızlıkla yalnız bırakılır; sistemin sorgulanması yerine, birey kendini suçlu hisseder. Bu da sistemsel sorunların üzerini örter. (Bu konuyu Psikolojinin Pisliği yazılarımda uzunca anlatmıştım). Bu noktada Mausfeld, Ingeborg Maus’tan alıntı yaparak günümüz hukuk sisteminin giderek yeniden feodal bir karakter kazandığını savunur. Örneğin bir köylü ormandan izinsiz bir ağaç kestiğinde adalet sistemi devreye girerken, sistematik olarak doğayı tahrip eden şirketler ya da devlet kurumları herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmaz. Orman yangınları sonrası yapılan turistik oteller ve cezasızlığı. Kişiler arası küçük ölçekli zulüm yargılanırken, kolektif ölçekte işlenen yapısal adaletsizlikler cezasız kalır (imar afları da bu çerçevede görülebilir). Yasalar bireysel suçları normlaştırırken, sistematik suçlar görünmez olur. Hukuki normlar ise giderek keyfileşir ve şaibeli hâle gelir.
Devletin kendisi artık kendi yasalarına bile uymamaktadır. Anayasa Mahkemesi, giderek iktidarın bir tehdit ve cezalandırma aracına dönüşmüştür. Cezaevleri yalnızca muhaliflere açıktır. Muhaliflere karşı adeta feodal döneme ait düşman hukuku uygulanmakta; muhaliflik, “teröristlik” ile eşdeğer hâle getirilmektedir. Terörle mücadelenin amacı artık terörü ortadan kaldırmak değil, terör söylemi üzerinden sürekli bir korku hali üretmektir. Oysa terörizmin amacı zaten korku yaratmaktır. Devletler, bu korkuyu alır ve kendi iktidarlarını meşrulaştırmak, muhalefeti bastırmak için araçsallaştırır. Türkiye’de bu nedenle çoğu zaman “terörsüz bir terör retoriği” var. Her gün yeni “teröristler” icat edilir; iktidar kimin sevilip, kimin nefret edileceğini belirler. Bu çizginin dışına çıkanlar için Silivri yaz aylarında bile soğuktur. Bu iklim, toplumda ahlaki normların da çürümesine yol açar. Yoksullar artık sınıfsal bir kategori olarak değil, kişisel eksiklikler üzerinden tanımlanır: tembellik, asalaklık, sorumsuzluk, iş beğenmemek… Aynı sistem, zaman zaman yardım kampanyaları düzenleyerek bu çelişkili yaklaşımını “vicdani” bir maskeyle örter.
Korku, Sadece Özgürlük Kaybı Değildir
Korkudan söz ederken yalnızca özgürlük kaybı, düşüncelerini ifade etmekten çekinme ya da politik baskı korkusu anlaşılmamalıdır. Toplumun çok katmanlı ve gündelik hayatla iç içe geçmiş farklı korkuları da vardır. Örneğin büyük depremlerin ardından deprem korkusu toplumun her kesiminde yeniden yükselişe geçer. Ancak bu tür doğrudan fiziksel tehditler, zamanla bastırılabilir ya da inkâr edilebilir hâle gelir. Ute Frevert, Mächtige Gefühle=Güçlü Duygular (2020) adlı çalışmasında, Almanya örneği üzerinden kolektif korkuların tarihsel ve toplumsal dalgalanmalarına işaret eder. Ona göre belli dönemlerde bazı korkular ön plana çıkar; örneğin savaş, enflasyon, göç ya da iklim krizi gibi. Ancak bazı korkular zamanla şekil değiştirir, başka duygulara evrilir. Yine de kapitalist toplumda değişmeyen, yapısal bazı korkular vardır ve bunlar, sistemin sürdürülebilirliği açısından merkezi bir rol oynar. Bu sürekli varlığını koruyan korkular arasında şunlar yer alır: İşsiz kalmak, yoksullaşmak, toplumsal prestij kaybı, başkalarına muhtaç duruma düşmek, hastalanmak ve hastalıkla baş başa kalma endişesi, çocukların ‘kötü yola düşeceği’ korkusu, yaşlılıkta anne babaya bakmak zorunda kalma........
© Artı Gerçek
