İntikam alınmadan barışılmaz
Burada vakalardan alıntıladığım bölümler kurmacadır. Terapiye ait herhangi bir hikâyeyi rahatça anlatmayı etik açıdan sorunlu buluyorum. Danışanlar bana geldiklerinde ilk olarak çocuklarıyla ilgili bir meseleden söz ettiler. İlerleyen seanslarda ise kadının derin bir yarasına temas edildi: Eşi onu yıllar önce aldatmıştı. Zaman zaman konuşmalar sırasında adamın “işlediği suç” ona hatırlatılıyor; adam ise bu anlarda suçunun farkında olan, altına kaçırmış bir çocuk gibi yere bakan, regresif bir tavır takınıyordu. “Bu kadar incindiniz, gururunuz kırıldıysa neden devam ettiniz?” diye sordum. “Affettim,” dedi. Ancak affetmemişti. Sadece affetmiş gibi yapmıştı. Gerçekten affetseydi, bu incinme yıllar sonra hâlâ yaşanıyormuş gibi yüzüne vurulmazdı. Yarası hâlâ tazeydi. Görünürde affetmişti, ancak içeride başka bir şey vardı. Bu tür durumlarda affetme sürecinde roller genellikle nettir: bir mağdur ve bir fail vardır. Adam hem suçlu olduğunu kabul etmiş hem de affedilmeyi dilemiştir. Yani suç bilinci oluşmuştur: “Ben suçluyum, yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Özür diliyorum ve bir daha yapmayacağım.” Bu itiraf anı çok kritiktir. Güç dengesi değişir, mağdur güçlü konuma gelir. Çünkü affetmeme hakkı vardır; bu hak, ona yeni bir güç alanı sunar. Af dilendiğinde fail adeta suçluluk kartını masaya koyar: “Cezama razıyım.” Bu anda mağdur psikolojik bir üstünlük elde eder. Ancak bağışlama gerçekleştikten sonra mağdur artık ahlaki üstünlüğünü de terk eder/kaybeder. Affetmek, “mağduriyetimden vazgeçiyorum, ilişkiyi eşitliyorum” demektir de. Fakat söz konusu kadın gerçekte affetmemişti. Affetmiş gibi davranmış, ama adamı “suçlu sandalyesinden” kaldırmamıştı. Her çatışma anında, geçmişteki bu suçu tekrar tekrar hatırlatarak onu yaralamış, bu yolla intikamını sürekli kılmıştı. Burada dikkat çeken şey, mağdur konumunu bırakmak istememesi.
“Bize ne senin eş terapilerinden?” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ancak eğer barıştan söz ediyorsak, bu süreçte en önemli meselelerden biri, kimin suçlu, kimin masum olduğuna karar vermektir. Barışmanın önkoşulu, suç bilincinin oluşmasıdır. On binlerce insan öldü, milyonlarcası doğrudan, toplumun tamamı ise dolaylı olarak etkilendi. Suçlu kim? Bu soruyu atlayarak barış mümkün değildir. Gözlemlediğim kadarıyla bu süreçte her iki taraf da birbirini suçlamakta. Yani iki tarafın da kendisini mağdur olarak gördüğü, ama hiçbir tarafın suçlu olarak kabul edilmediği bir durum söz konusu. Peki, böyle bir durumda kim kimden özür dileyecek? On yıllardır süren bu çatışmada her iki taraf da artık masumiyetini yitirmiş, bu kirli savaşta herkes bir ölçüde kirlenmiştir. Belki de soruyu şöyle koymak gerekir: Bu savaş neden başladı? İnsanlar neden “terörist” oldular? Sonuçta doktor olmak, mühendis olmak, zengin olmak istenir bir şeydir. Ama “terörist” olmak? Bana göre bu konuda en büyük sorumluluk ve dolayısıyla suç da devlete aittir.
Terörist: Kimlik çalma, hiçleştirme…
Fail, mağdurun kimliğini siler, onu bir “şeye” indirger. Naziler Yahudileri birer Davut Yıldızı’na, toplama kamplarında ise sadece bir sayıya dönüştürdüler. Artık isimleri yoktu. Sadece birer sayıydılar. Bu kimlik silme, yani kişi olmanın yok edilmesi, başka bir zalimliği de içinde barındırıyordu: O rakamlar, insanların derilerine kazındı. Anne ve babalarının verdiği isimler silinirken, sistemin verdiği rakamlar asla silinmesin diye bedenlerine kazındı. Bu çok bilinen ve çeşitli kontekslerde kullanılan bir yöntemdir. Sünni-Türk ulus devlet, Dersim’i “Tunceli” yaparken açıkça şunu dayattı: “Seni nasıl tanımlıyorsam, bunu kabul edeceksin.” Yani “Senin Aleviliğini ben tanımlayacağım; yalnızca benim çizdiğim sınırlar içinde Alevi olabileceksin ve haddini bileceksin.” Tanımlama gücünü elinde tutan devletti. Böylece kişi, kendi kimliğini belirleme hakkından da mahrum bırakıldı. Devletin söylemi şuydu: “Senin kendini nasıl tanımladığın umurumda değil. Ben sana kim olduğunu söylüyorsam, sen osun.” Ve bu tanımın nihai ifadesi şuydu: “Sen Tuncelilisin… Bu kadar.” Bu, sadece bir isim değişikliği değil; aynı zamanda tarihsel hafızanın, kültürel kimliğin ve kolektif aidiyetin sistematik olarak bastırılmasıydı. Bugün yaşadığımız savaşta devlet benzer bir yol izliyor: Artık onlar Ahmet, Mehmet, Baran değiller. Sadece “terörist”ler. Hiçbir bireysel özellikleri kalmadı. Aynılaştırıldılar. Onları tanımlayan tek şey, “terörist” olmaları. Ve bu sıfat da beraberinde şu çağrışımları getiriyor: bebek katili, cani, canavar, katil, pislik, mikrop… Bu şekilde, uygulanan zulüm göreceleştirildi, üzeri örtüldü, makulleştirildi. Yıllarca bu ölümler birçok insanın umurunda bile olmadı. Görmezden gelindi. Çünkü devlet şöyle diyordu: “Sen artık sen değilsin. Kimliğini senden alıyorum. Seni sen yapan her şeyi siliyorum. Artık sadece benim atadığım kimlikle varsın: Teröristsin.” Bu söylem, insanın bireyliğini elinden alarak onun yok edilmesini kolaylaştırdı. Türk devleti bu filmi böyle kurguladı. Ve bu kurgu, o insanların öldürülmesini de meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Devletin bu tavrına karşılık Kürtler de kendi stratejilerini geliştirdiler: PKK’liler takma, sahte isimler kullanmaya başladılar. Bu da bir tür kimlik değişimiydi. Devlet isimleri silerken, onlar da kendi isimlerini gizlediler, yeni kimlikler icat ettiler. İki taraf da bir kimlik savaşının içine girdi.
Barışma ritüelleri
Kültürler barışma süreçlerini ritüelleştirir. Yan odada kavga eden çocuklara “kesin lan zırıltıyı” denmesi gibi… Bu, mevcut durumu olduğu gibi kabullenip hayatına devam et demektir. Yani: affedin, suçlu-masum aramayın, susun ve sürdürün. Aynı tavrı soykırım tartışmalarında da görürüz: “Olmuş bitmiş, tarihçiler konuşsun.” Kürtler, Aleviler ne istiyor? “Geçmişte kaldı, önümüze bakalım.” Bu söylem, tartışmayı sona erdiren otoriter bir müdahaledir ama barış getirmez. “Üzerini örtelim gitsin” tavrı, meseleleri çözmez. Burada iki kardeşin oyuncak kavgasından değil, milyonlarca insanın yaşadığı zulümden söz ediyoruz. Zulüm, “unutuyorum” demekle unutulmaz. Travmanın en temel özelliği zaten unutulamamasıdır. Bir başka barışma ritüeli: “Öpüşün barışın.” Otorite burada devreye girer ve “kardeşsiniz” diyerek barışı dayatır. Ancak tartıştığımız meselede, otoritenin kendisi zaten savaşın tarafıdır. Yani sanık sandalyesinde oturan da otoritenin ta kendisidir. Bu da süreci daha da karmaşıklaştırır. “Barış içinde yaşayalım” diyenlerin, dinsel bağlamlarda ortaklık vurgusu yapmaları tesadüf değildir. Yanlış anımsamıyorsam Kur’an’da “barış” kelimesi altı kez geçer ve bu atıfların çoğu Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine yöneliktir. Yani burada söz konusu olan, içsel bir barıştır: kardeşler arası barış. Oysa benim sözünü ettiğim barış, ötekiyle barıştır. O öteki ise İslam’ın tarihsel bağlamında çoğu zaman “gavur”, “kâfir” ya da “Müslüman olmayan” olarak kodlanmıştır. Ve bu ötekilere yönelik tutum, çoğu durumda ne eşitlikçi ne de barışçıldır. Bu nedenle barış isteyenler, dinsel referanslar üzerinden konuşurken aslında ötekini “öteki” olmaktan çıkarma çabası güderler. Yani “din kardeşliği” vurgusuyla, farklı olanı ortak bir kutsalın çatısı altına alarak yeniden tanımlamaya çalışırlar. Ancak bu, gerçek anlamda bir eşitlik ya da adalet ilişkisi değil; ötekiyle benzeştirme yoluyla ötekiliğin iptali girişimidir. Diğer bir ritüel ise ortak kutsal bağlamlarda, dini/kutsal otoriteye boyun eğmektir. Örneğin bayramlarda, suçlu kim, masum kim bakılmaksızın küçük kardeş büyüğün elini öper ve barış sağlanmış olur. Bu bağlamda kutsal otorite, ahirette mutlak adaleti sağlayacağı vaadiyle dünyevi olanın devamını mümkün kılar. Zaten ahirette bir mahkemenin varlığı düşüncesi, yeryüzündeki adaletsizliklerin varlığını örtük biçimde kabul etmez mi? Ayrıca bu vaat, intikamdan vazgeçmeyi de kolaylaştırır, daha doğrusu burada intikamın kutsala havale edilmesi vardır.
Tüm bu ritüellerin ötesinde asıl soru şudur: İnsan kendi içinde barışabilir mi? Affetmek, aynı zamanda insanın kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bir özür geldiğinde, mağdurun kendisiyle yüzleşmesi başlar. Dinsel söylem burada devreye girerek, bu hesaplaşmayı “ben yaparım” diyerek kutsala havale eder.
Bağışlamış gibi yaparak affetme üzerinden güç kazanan ve bu gücü otoriter bir biçimde kullanan kadına dönecek olursak… Adam “aldattığını” söylediği anda, kadın ilişkinin dışına çıkmıştı. Tek eşli ilişkilerin kuruluşunda bu tür durumların kolektifleştirilmesinin sebebi, sadakati korumaktır. Bu tür durumlar, yalnızca iki kişilik bir ilişkiyi değil, ilişkinin dışındakileri de duygusal olarak içine çeker; böylece “aldatma” eylemi, yalnızca bir ihanet değil, çok katmanlı bir kırılma hâline gelir. Kadın aldatıldığı sırada evinde oturup televizyon izliyordur. Yani o anda yaptığı tek eylem, ekran karşısında pasif bir izleyici olmaktır. Olayın tamamen dışındadır; sorumluluğu, bilgisi ya da katkısı yoktur. Aldatma sürecinde aktif hiçbir rolü bulunmaz. Fakat aldatma açığa çıktığında, olayın dışında kalan bu kişi en derin duygusal tepkileri yaşar. Aslında içinde yer almadığı, hiçbir biçimde fail ya da aktör olmadığı bir olayın duygusal faturasını üstlenmiştir. Eylemin faili değil; ama etkisine doğrudan maruz kalan biridir. Aldatılmanın yükünü, hiçbir fiili katkısı olmadığı hâlde sırtlanan kişi. Aldatmanın çeşitlenebilirliğine gelirsek: Erkek, kendisini ya da ilişkiye girdiği kadını aldatabilir; kadın da aynı şekilde hem kendisini hem de partnerini… Hatta her iki taraf, aynı anda birbirini aldatabilir. Ancak burada ilginç olan şudur: İlişkiyi yalnızca iki kişi yaşarken, üçüncü kişiler de — örneğin çocuklar — aldatıldıklarını hissedebilir. Erkek, çocuklarına durumu açıkladığında, çocuklar da anneleriyle birlikte “aldatılmış” olurlar. Aldatmanın duygusal etkisi yalnızca çiftle sınırlı kalmaz; çevresel bağları ve aile ilişkilerini de sarsar. Anne-babalar bile, kendilerine bir şey yapılmış gibi acı çekebilir. Bu duyguların gerçekliğini sorgulamıyorum. Ben burada yalnızca monogaminin ne tür kolektif engeller yarattığını ve bireyin bu engelleri nasıl içselleştirdiğini anlatıyorum. Bu tür durumlarda “aldatan” kişi, eşiyle arasında var olan sözleşmeye sadık kalmamıştır. Aslında, sadece sadakati değil, paylaşma ilkesini de ihlal etmiştir. Eşiyle paylaşma sözü verdiği bir şeyi — bedeni, zamanı, ilgiyi, mahremiyeti ya da duygusal yakınlığı — başka biriyle paylaşmıştır.
Burada ‘aldatılan kadın’ dedim. Bu kadının yerine erkeği de koyabiliriz.
Travma sonrası dünya aynı değildir
Travma unutulamayandır. Travmayı yaşayanların içinde daima bir acı kalır. Travmatik deneyim, insana mutlaka bir şeyleri kaybettirir: Kendine olan güveni, insanlığa duyduğu inancı, ideallerini, sevdiklerini, hatta sevdiği şeyleri sorgulatır. Bazen de tüm bunları fiilen kaybettirir. Dünya, artık güvenilmez bir yer hâline gelir. Kişi, yurdun sunduğu sembolik güvenceyi de yitirir. Bir şeyleri ya da birilerini kaybedenlerin en doğal ve temel tepkisi yas tutmaktır. Ancak savaş gibi yoğun hayatta kalma koşullarında, insanlar kayıplarının yasını ertelemek zorunda kalırlar. Hayatta kalmak, o anın tek........
© Artı Gerçek
