menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barış üzerine - II: Mağduriyetin gücü ve barışın inşası

40 1
16.02.2025

Birçok insan, çocuklarına kötülüğü miras bırakmak istemez. Ancak savaşlar ve soykırımların etkileri, kaçınılmaz olarak gelecek kuşaklara miras kalır. Mağdur statüsü, kişiye özel bir koruma alanı ve dokunulmazlık sağlar. Mağdura saldırmak, zalimlik olarak tanımlanır. İşte bu nedenle, savaş çıkaranlar ve şiddeti meşrulaştıranlar, önce bu özel mağdur pozisyonunu edinmenin yollarını ararlar.

İsrail’in eski başbakanlarından Golda Meir’in şu sözü, bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Çocuklarımızı katleden Arapları bağışlayabiliriz. Ama bizi çocuklarını öldürmek zorunda bırakanları asla bağışlamayız.” (Daniele Giglioli, Opferfalle = Mağduriyet Tuzağı, 2016, s. 57). Bu sözde, mağduriyet pozisyonunun nasıl sapkın bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Filistinli çocukları katletmeyi mağduriyet olarak sunmak, failin masumiyet maskesini takmasından başka bir şey değildir.

Golda Meir’in ifadesi, faillerin/suçluların taktığı masumiyet maskesinin önemine dikkatimizi çeker. Bir kötülük ve zulüm yaşandığında sıkça gözlemlediğimiz bir başka mesele de mağduriyetin bulaşıcı olmasıdır. Bir kişi mağduriyetinden söz ettiğinde, diğer kişiler de kendi mağduriyetlerini öne çıkarır ve adeta bir mağduriyet yarışı başlar. Bu durum, insanların algılarını, gerekçelendirmelerini ve duygusal tepkilerini değiştirir.

Konuya farklı bir örnekle yaklaşmak gerekirse, ülkedeki futbol tartışmalarını birkaç dakika dinlemek yeterlidir. Her takım, başarılarından çok, “bize daha fazla haksızlık yapılıyor” diyerek mağduriyet yarışına girer. Her takamın taraftarının bu tartışmada algılamasında, düşünme biçiminde, gerekçelendirmelerinde, meseleyi duygusallaştırmalarında adeta gariplikler var.

Daniele Giglioli, çeşitli örneklerle mağdur pozisyonunun sağladığı avantajları sıralar ve bu pozisyonun çekiciliğini sergiler. Ancak burada asıl mağdurlara sembolik bir şiddet de uygulanır ve mağdurların gerçek mağduriyetleri çalınır. Aslında mağdur-fail ilişkisinde fail her zaman daha güçlüdür. Mağdurun mağduriyetinin kabulü, onu bu güçsüzlükten çıkarır ve güçlü bir konuma taşır. Bu pozisyon değişimiyle mağdur, bir nevi failin inkâr imkanını elinden alır.

Ancak mağduriyetin çalınması, mağduru bir kez daha mağdur eder ve mağduriyetin kabulünün sürekliliğine yol açabilir. Bu, mağduriyet kimliğinin pekişmesine ve mağduriyetin kültürleşmesine neden olur.

Failler, en zalim anlarında bile bir tür mağduriyet fikrini saklı tutarlar. Zulüm sonrası, ideal-ben’lerini sakinleştirmek ve kendi ideallerine ihanet ettiklerini inkâr edebilmek için savaş sonrası yaptıkları zalimlikleri haklı gösterme ihtiyacı duyarlar. En zalim birey bile, masumiyet maskesini yanında taşır.

Naziler, yaptıkları zulmü Yahudilerin dünyayı yok edeceğine dair inançlarıyla haklı (!) gösterdiler. Bu kıyameti önlemek adına, hayal bile edilemeyecek zulümleri işlediklerini düşündüler. Onlara göre amaçları, insanlığa hizmetti. Aynı şekilde, Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları zulme adalet sağlamak için denize döküldüklerini söyleyen anlatılar da buna benzer bir mantık taşır. Yunanlılar bize çok kötülük yaptı ve biz de onları denize döktük. Bu anlatı mantıklı, anlaşılır, kabul edilir ve kaçınılmaz gibi görünür. Yani bu denize döküş çok haklıdır/adildir. Burada iddiaların doğruluğu değil hikayelerin strüktürüne dikkat çekmek istiyorum. Savaşın adaleti sağlamak için yapıldığı iddia edilir. Savaşta zulüm yoktur, ya da zulüm mecbur kalındığı için uygulanır yani zulüm/savaş bir adli işlemdir/cezalandırmadır adeta.

Daha önce birçok yazıda bahsettiğim fail kültüründe sürekli tekrar eden bir tema vardır: Fail olmak, zulüm yapmak zorunda bırakılmak. Yani faillik, adeta Golda Meirleşmek zorunda bırakılmak demektir. Mağdurların dokunulmazlıkları vardır ve failler, mağdur maskesi takarak olay sonrası da dokunulmaz hale gelebilirler.

Türkiye’de hukuk skandalları olarak bilinen birçok olayın ardında da bu mağdur maskesi vardır. Bu ülkede en üst düzeyde İslamcı teröristlere bile şakacı, haşarı gençler muamelesi yapılabiliyor(du).

Mağdur, gücünü yaşadığı zulümdeki sorumluluktan muaf olmaktan alır. Soykırımda yok edilenler zulümden sorumlu tutulamazlar. Bu, mağduru kutsal bir pozisyona taşır ve bu nedenle mağduriyet failin gizlenebileceği en uygun yer haline gelir.

Giglioli’nin vurguladığı bir başka önemli nokta daha var: Mağduriyet hem eksikliği hem de talebi hem zayıflığı hem de hak iddia etmeyi birbirine bağlar. Mağduriyeti değerli kılan bir başka unsur da mağdurun olay anında hiçbir şey yapmaması, sadece acı çekmesidir. Bu pasiflik, mağduriyeti değerli kılan şeydir.

Mağdurlarla dayanışma içinde olmak, ahlaki olarak olumlu bir davranış olarak görülür. Dayak yemek istemeyiz ama dayak yiyen mağdurdan yana olmak, değer yargılarımız açısından doğrudur. Mağdurdan yana olmak, yaşanan kötülükte iyiyi korumayı amaçlar.

Bunları yazma nedenim şu: Barışın inşasında mağdur ve failin doğru belirlenmesi çok önemlidir. Türkiye’deki barış sürecinde taraflar arasında “ben daha mağdurum” yarışı var gibi. Irkçı propaganda ve savaşın sürdürülmesi için üretilen anlatılar, devletin sürekli kendi mağduriyetini ve masumiyetini ön plana çıkarmasıyla şekillendi yıllardır.

Bu durumda barış, mağdur olduğunu düşünen tarafın, karşı tarafı fail olarak görüp ona bir lütuf gibi sunuluyor. Bu söylem, devletin hala resmi diskurudur. Barış sürecinde failin suçunu kabul etmesi ve mağdurlardan özür dilemesi çok önemlidir. Ancak bu süreçte sadece mağdurlar ön plana çıkarılıyor ve faillik ortada bırakılıyor. Burada şunu söylemiyorum bir taraf sadece mağdur ve diğer taraf sadece çok suçlu. Kastettiğim yapısal bir fail pozisyonu.

Zulümde, daha önceki yazılarımda da söz ettiğim gibi, fail ile mağdur arasında ilginç bir bağ oluşur. Mağdurun kurgusunda failden intikam alma, failin özür dilemesi ve suçu üstlenmesi gibi umutlar vardır. Bu beklentiler, mağdurun rahatlaması için gereklidir. Yani mağdur rahatlamak için bir şekilde faile ‘bağımlı‘hale gelir. Mağdur failin yüzüne haykırarak rahatlamak arzusundadır. Korku fail karşısında korkmayınca azalır, biter. Olay anındaki pasiflik ve pasif pozisyonu aktifliğe dönüşebilir. Güçlü durumdaki failin gücünün elinden alınması, mağdurun olay öncesindeki durumuna getirilmesi. İşte bu güç yitimini mağdur bir intikam ve bu intikam üzerinden eşitlenme, adaletin yerini bulması gibi yaşar. Mağdur travmatik bir biçimde faile bağlanır, iyileşebilmek için bağlanır. Bu durum ama faili olay sonrasında da güçlü konumda tutar. Ancak fail, “ben daha mağdurum” diye konumlandığında, mağdurun mağduriyet anlatısı psikotikleşir. Mağdurun yaşadığı zulüm yalanlanır ve bu, mağdurun yeniden mağdur edilmesi anlamına gelir. Burada zulmün özel bir biçimi oluşur. Zulüm sadece şiddet değildir. Şiddetin içindeki şiddettir de. Çifte şiddettir. (Wolfgang Müller- Funk, Crudelitas, 2022, s. 18). Buradaki zulüm sapıkça bir ilişkilenmedir/iletişimdir (Müller- Funk, s. 314).

Mağdurun failden beklediği ilk şey, suçunu ve sorumluluğunu üstlenmesidir. Fail, bundan kaçınarak barış sürecine sunabileceği en önemli katkıdan kaçınır.

Mağdura gösterilebilecek tepkilerden biri de merhamettir. Merhamet ve acıma duygularında, insanların nasıl sosyalleştikleri belirleyici bir rol oynar (Ute Frevert, Mächtige Gefühle = Güçlü Duygular, 2020, s. 111). Toplumların belirli anlatılarla şekillendirilmiş dünya........

© Artı Gerçek