menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bağışlamaya dair

53 7
17.08.2025

Affetmek, radikal bir güç eylemidir. Şiddet içeren bir olayın ardından, iki yeni kimlik belirir: fail ve mağdur. Bağışlama anı, mağdurun bu kimlikten — mağdur kimliğinden — kısmen vazgeçmesi ve aynı zamanda faili de “fail” kimliğinden azat etmesi anlamına gelir. Bu nedenle bağışlamak, tarih boyunca tanrılara atfedilmiş bir yetki olarak görülmüştür. Tanrılar, sınırsız güç sahibidir; kimin ne kadar yaşayacağına, kimin öleceğine onlar karar verir. Hayatı bağışlama, ömrü uzatma ve hatta kötülüğe izin verme hakkına sahiptirler. Daha sonra bu güç krallara geçmiştir: krallar af yetkisine sahip olmuş, en ağır suçları bile bağışlayabilmişlerdir. Günümüzde de devlet başkanları, hukuk düzeni içinde af yetkisini kullanabilmektedir. Bu nedenle affetmek, aynı zamanda kurumsal bir eylemdir.

Affetmek, çoğu zaman suçun hukuken ortadan kaldırılması anlamına gelir: af yasaları, cezaların iptali, cezadan feragat… Otoritenin — yani cezayı verme gücüne sahip kurumun — cezadan vazgeçmesidir. Bağışlama ise affetmeden farklıdır. Bağışlama, daha çok psikolojik bir süreçtir. Suçluluk/ borçluluk duygusu ve vicdanla ilgilidir. Affetmek geçmişi telafi etmez, zararı geri almaz; ama geçmişe başka bir gözle bakmayı mümkün kılar. Bu da psikolojik yükü hafifletir. Bir insan, birinden af dilediğinde mağdur onu bağışlayabilir. Ama asıl mesele şudur: Fail kendisini bağışlayabilir mi?

Fabian Bernhard, intikam ile armağan (die Gabe) arasında yapısal bir benzerliğe dikkat çeker. Armağan, Marcel Mauss’un kuramsallaştırdığı bir ilişkilenme biçimidir ve karşılıklılık ilkesine dayanır. İntikam da tıpkı armağan gibi, yapılan bir eyleme verilen bir karşılıktır. Alınmayan intikam, kişide bir eksiklik, bir borçluluk duygusu yaratır. Bu bağlamda, intikamdan vazgeçmek de faile sunulmuş bir armağan olarak düşünülebilir. Bağışlama ne yaşananı siler ne kırılanı onarır ne de geçmişi değiştirir. Ama travmatik olaya bakışımızı dönüştürür. Her hatırlayışta yeniden alevlenen öfkeyi etkisizleştirir. Her bağışlamada iki taraf vardır: Bağışlanmayı isteyen ve bağışlayan. Fail, sadece karşısındaki kişiden değil, kendi içinden de bağışlanmak ister. Sözcük kökeniyle de uyumludur bu süreç: “bağış”, birine yapılan iyilik, bir armağandır.

Travmatik bir olay sonrası içte tutulan öfke ve intikam duygusu, insanın iç dünyasını bir hapishaneye çevirir. Bağışlama, bu içsel hapishaneden çıkmanın yoludur. Bağışlama; içimizde yeniden huzur bulmak, öfke, hınç ve intikam enerjisinden özgürleşmektir. Öfkeyi içeride tutmak, onu bastırmak için içimizde bir gardiyan yaratırız. Bu gardiyan öfkeyi dışarı taşırmasın diye sürekli gözetim altındadır. Psikolojik enerjimiz, bu iç gözetimi sürdürebilmek için harcanır. Oysa bağışlama, bu enerjiyi pozitif dönüşüme yöneltmenin kapısını aralar. Bağışlama aynı zamanda bir tamamlamadır. Uğranılan bir haksızlık, çoğu zaman intikam alınarak — yani şiddetle karşılık verilerek — tamamlanmak istenir. Bağışlama ise intikamdan vazgeçerek o eksik kalan “tamamlanma”yı başka bir düzlemde gerçekleştirir. Bu açıdan bakıldığında, bağışlama ve intikam birbirinin zıttı değil, tamamlayıcı eylemleridir. İçimizde taşıdığımız öfke, farkında olmadan bizi öfkeye neden olan kişiyle bir diyaloğa sokar. Onun bir temsili içimizde yaşamaya başlar. Yani en sevmediğimiz insanın bir benzerini içimizde barındırır hale geliriz. Bunun anlamı şudur: “Kötü” ya da “fail” olarak gördüğümüz kişi, içimizde sürekli bizimle yaşamaktadır. Bağışlama, bu içsel temsilden — yani içimizdeki olumsuz nesneden — kurtulmaktır. Bu da yeni bir başlangıca, geleceğe yönelme imkânı sunar.

Barışma, Özür ve Samimiyet Üzerine

Barışma süreçlerinde özrün geçerliliği ve kabulü, özrün duygusal yoğunluğu, inandırıcılığı ve sahiciliğiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda Willy Brandt’ın, 1970 yılında Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek özür dilemesi, samimi bir yüzleşmenin ve bağışlanma talebinin sembolü olarak hafızalara kazınmıştır. Buna karşılık, Türkiye’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim Katliamı için yaptığı özür açıklaması, mağdurlar ve kamuoyunun büyük bir kısmı tarafından inandırıcı ve sahici bulunmamıştır. Benzer bir durum Sivas Katliamı’nda da görülmektedir: Madımak’ta katledilenlerin yakınlarına yönelik gerçek bir özrün hâlâ dile getirilmemiş olması, toplumsal hafızada derin bir yara olarak kalmaya devam etmektedir. Çünkü içten gelmeyen, yüzeysel ve sembolik özürler, çoğu zaman “kabahatten büyük” olarak algılanır. Bu noktada temel soru şudur: Samimiyet nasıl ölçülür?

Bu sorunun yanıtı, failin tutumunda, davranışlarında ve değer sistemindeki gerçek değişimle ilgilidir. Daha önce birçok bağlamda değindiğim bir meseleye yeniden dönüyorum: Fail travması. Failin, yaptığı kötülüğün ve yol açtığı yıkımın farkına varması, bu farkındalığın onun benliğinde bir dönüşüm yaratması ve mağdura yönelik telafi edici bir çabaya yönelmesi gerekir. Gerçek bir özür, sadece sözde değil; eylemde, tutumda ve sembolikte de karşılığını bulmalıdır. Türkiye bağlamında bakıldığında, özürler çoğu zaman yalnızca biçimsel düzeyde ifade edilmektedir. Devlet ya da ona bağlı yapılar, zaman zaman geçmişteki suçlara dair özür dileseler de bu özürler duygusal bir karşılık taşımaz. Dersim için özür dilenirken bölgenin adı hâlâ “Tunceli” olarak kalmakta, Sabiha Gökçen gibi tartışmalı figürler hâlâ tarihsel kahramanlar olarak anılmaktadır. Kısacası fail, özür dilerken dahi kendi anlatısını, mağduru yeniden incitmeyecek şekilde dönüştürmeye yanaşmamaktadır. Tüm bu süreçlerin sağlıklı işlemesi için, bu tür meselelerin açıkça konuşulabildiği, güvenli ve yargılayıcı olmayan ortamların varlığı büyük önem taşır. Ancak ne yazık ki, toplumsal düzeyde bu güven ortamı çoğu zaman mevcut değildir. Oysa bu tür kırılmalar sadece bir “psikanaliz odası”nın güvenliği içinde değil, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin gerçek zemini üzerinde ele alınmak zorundadır.

Bağışlama ve affetme, sadece bireysel-psikolojik değil; aynı zamanda kültürel ve dinsel bir pratiktir. Özellikle dinî bağlamda, Tanrı’nın bağışlayıcılığı sıkça vurgulanan ve temel kabul edilen bir öğedir. En ağır günahların bile Tanrı tarafından affedilebileceği düşüncesi, inananlar için bir tür umut ve arınma imkânı sunar. Burada günah, Tanrı’nın çizdiği yoldan sapma anlamına gelirken; ibadet, tövbe ve iman yoluyla bu günahların bağışlanması mümkün görülür. Ancak bazı suçluluk duyguları yalnızca Tanrı’ya havale edilerek hafifletilemez. Vicdanın sesi her zaman ilahi bir açıklamayla susturulamaz. Markus Bassler, Schuld und Vergebung (file:///Users/sahaperaslan/Downloads/Schuld_Vergebung_2004.pdf) adlı psikoanalitik incelemesinde, vicdanın hem bireysel hem de toplumsal değer sistemleriyle ilişkili soyut bir yapılar bütünü olduğunu belirtir. İnançlı birey, vicdani meseleleri Tanrı’yla ilişkilendirerek açıklarken, çoğu zaman bireysel sorumluluğunu arka plana iter. Oysa bağışlama süreci hem failin bireysel dönüşümünü hem de mağdurun duygusal ve ahlaki yükünden özgürleşmesini gerektirir.

Bağışlama Bir Sanattır: Psikoanalitik ve Toplumsal Bir Perspektif

Psikanalist Verena Kast (Wenn wir uns versöhnen, 2009), bağışlamayı bir “psikolojik beceri”, bir “yetkinlik” ve hatta bir “sanat” olarak tanımlar. Ona göre barışma ve bağışlama, insanın kendisiyle kurduğu dönüştürücü ve reflektif bir diyalogdur. Bu süreçte kişi, adeta kendi “gölge” yanıyla karşılaşır, onunla tartışır ve zamanla barışır. Bağışlanmak bir talep değil, bir arzudur; istenemez, dayatılamaz. Barışmak ise yalnızca intikamdan vazgeçmek değildir; içsel bir süreçtir. Travmatik olaylar, insanın ‚temel güven duygusu’nu (Erik Erikson) ve “dünyaya güven” duygusunu (Jean Améry) parçalar, ortadan kaldırır. Bu koşullarda birey, başkasına olduğu kadar kendisine de güvenemez hale gelir. İşte bu nedenle barışmak, affetmek; içimizdeki korkunun “korku vermeyen” hâle getirilmesidir. Barış, yeniden güvenin zeminini hazırlar. Bağışlamada insan sadece faile değil, kendisine de yaklaşır; kendisiyle ilişkisi de yumuşar. Bağışlamak bir diyalogdur — öfke diyalogundan vazgeçiştir. Bağışlayan kişi, bugüne dek öfkeyle baktığı faili anlamaya çalışır. Aldatılan biri neden aldatıldığını anlamak ister örneğin. Bu anlamda bağışlama, empati yetisinin gelişmesi ve olgunlaşmasıdır. Burada söz konusu olan empati, salt bilişsel bir kavrayış değil, hissedilen ve dönüştüren duygusal bir yakınlıktır. Empati, fedakârlık, uzlaşma ve kendi agresyonunu geriye itme kapasitesini içerir. Ancak burada bir zorluk vardır: İnsan, kendisinde tanıdığı bir duyguyu başkasında fark edip onunla duygudaşlık kurmakta zorlanmaz. Fakat kendisinde hiç gelişmemiş bir duyguyu başkasında tanımak ve onunla empati kurmak zordur. Empati yoksunluğu, duygusal gelişimin sekteye uğradığı çocukluk deneyimlerinden kaynaklanabilir. Savaş gibi travmatik süreçlerde yıllarca süren acımasızlık hâli, toplumsal empati kanallarını köreltmiştir. Kısacası bugün, yeniden empati kurmanın yollarını aramak zorundayız.

Bağışlama, yalnızca dışsal bir uzlaşma değil; kişinin kendi içsel çatışmalarıyla yüzleşme biçimidir. Birey, kendisinde görmek istemediği, ideallerine uymayan yönlerini başka kişilere yansıtır. Çatışma anında bu yansıtmalara başvurarak kötülüğün tüm yükünü........

© Artı Gerçek