Misak-I Milli kimin yurdu?
Serinin ikinci yazısında Türk siyasal elitlerinin 1919’dan 1923’e giden zaman içerisinde Kürtlere ve Kürt meselesine yaklaşımında değişiklikler olduğunu vurgulamıştım. Cihan Harbinden yenilgiyle çıkan, savaş sonrası kurulacak yeni dünyanın parametrelerine göre kendini var edecek devletin rotasını belirleyen yönetici kesim, 1919’da Kürtlerin bağlılığına büyük önem vermektedir. Osmanlı’nın dağılma tehlikesi karşısında Kürtlerin örgütlenmeye çalışmasının anlaşılmayacak bir yanı yok. Nitekim konjonktür Kürtlerin her türlü siyasal eğilimi için elverişli bir zemin sunmaktadır. Buna rağmen Kürt siyasetinde ağırlıklı eğilim “Türk kardeşleriyle” beraber mücadele etmek ve birlikte, “ortak devlet” çatısı altında yaşamaktan yanadır. İttihadı öngören bu yaklaşım, içinden geçtikleri tarihsel koşullarla alakalıdır. Özellikle topraklarının parçalanma ve paylaşılma ihtimalinin belirmesi birlikte hareket etmelerini teşvik eden bir rol oynamıştır.
Buna rağmen Kürtlerin, 1919’dan itibaren kendi kimlikleriyle, ortak devlet çatısı altında birlikte yaşama isteklerini her seferinde ayrılıkçılık-bölücülük olarak değerlendirmek hem yanlış bir itham hem de büyük bir çarpıtmadır. Miralay Cibranlı Halid Bey, Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’e yazdığı cevabi mektubunda “târik-i tefrikaya sapılmamasını” (ayrılık yoluna) salık vermektedir. Bu sözleriyle Halid Bey, Türk ve Kürdü ayıran siyasete vurgu yapmakta, yani milliyetçi, Türkçü siyasete girmeyin, İttihatçıların yaptıklarına yönelmeyin diye uyarmaktadır. İttihatçıların ayrıştıran tekçi ulus politikalarına vurgu yapması boşuna değildir. Cihan Harbi sırasında İttihatçıların halklara yönelik izlediği siyaset gözlerinin önündedir. Kürt milliyetçiliğinin tetikleyici unsuru da İttihatçı Türkçülük, yani tekçi ulus devlet inşası politikalarıdır.
20. Yüzyılın Paradigması
Birinci Cihan Harbi, imparatorluklar dönemini kapatmıştır. Yüzyıllara, binyıllara uzanan imparatorluklar tarihinin 1918’de son bulmasıyla, adeta “esaretten” kurtulan halkların kendini yöneteceği yeni bir dönem başlıyor tasavvuru, bir özgürlük söylemi olarak dünyayı etkisi altına almıştır. ABD Başkanı Wilson’un ileri sürdüğü Prensipler de, Ekim Devrimi’nin lideri Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesi de buradan neşet etmektedir. Bu ilkelerin pratik uygulamalarının yarattığı sıkıntılar ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, buna öncülük yaptığını söyleyen Batılı güçlerin (başta İngiltere, Fransa, İtalya, Sovyet Rusya…) kısa süren “özgürlük rüzgârının” ardından ülke menfaatlerini önceleyen bir siyasete yönelmeleri bugüne kadar gelen birçok sorunun kaynağını oluşturmaktadır.
Savaşın sonuna doğru ilan edilen Wilson Prensipleri; bir anlamda yeni dünyanın hangi ilkeler üzerine yükseleceğini de işaret etmektedir. Bu ilkelerden en önemlisi de halkların (ulusların) kendi egemenliklerini (ya da kendini yönetme mekanizmalarını) kurması ve ulusal-toplumsal gelişmelerinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. 14 maddeden oluşan Wilson Prensiplerinin 12. maddesi “Osmanlı İmparatorluğunda, nüfusun çoğunluğu Türklerin oluşturduğu bölümlerde Türk egemenliğinin güvence altına alınması, diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişmelerinin sağlanması” yönündedir. Bir toprak parçası üzerinde hak iddia edebilmenin ölçüsü, orada nüfus olarak çoğunluğu oluşturduğunu ispatlama zorunluluğuna bağlanmıştır.
Savaşın ardından imzalanan antlaşmalarla 20. yüzyıla damgasını vuracak dünya düzeni şekillenmiştir. Bu düzen galip devletlerin çıkarları doğrultusunda şekillenirken başlangıçta ileri sürülen prensiplerden uzaklaşılmıştır. Batılı devletler Yakın Doğu’yu şekillendirirken kendi menfaatlerini öncelemenin yanında, buna uygun kurumsal yapılar da (örneğin Milletler Cemiyeti) inşa etmişlerdir. Ortadoğu’da klasik sömürgeciliğin yumuşatılmış hâli olan manda rejimlerini icat etmeleri prensiplerden uzaklaşmalarının somut göstergesidir. Barış antlaşmaları imzalarken de aynı tutumu devam ettirmişlerdir. Hakkaniyetli olmayan koşullar dayatılması, savaş zamanı işlenen suçların üzerini kapatmak, daha önce verdikleri vaatleri değişen koşullar ve dengeleri dikkate alarak hasıraltı etmek, temel yaklaşımları olmuştur. Çiçeği burnunda Sovyet yönetiminin de kısa sürede kendi sistemini korumayı öncelemesi, prensiplerden uzaklaşmayı ve kapitalist dünyayla kurduğu yapay denge yeni dünya düzeninin temel parametreleri olmuştur.
Osmanlı Şark’ı ve Ermeniler
Savaş sonrasında Arap coğrafyası üzerinde zaten hak iddiasında bulunmayan Osmanlı Devleti için en tartışmalı aksam Şark mıntıkası olmaktadır. Osmanlı Şarkı’nda nüfusun ekseriyetini Kürtler ve Ermeniler oluşturmaktadır. Şark’ta bir Ermenistan “teşkili” 1878’den beri Osmanlı yönetiminin en büyük korkusudur. Bu korku Cihan Harbine dâhil olmasının itekleyici sebeplerinden biri olarak bile görülebilir. Nitekim savaş sırasında izlenen demografik-etnik mühendislik politikalarının nedeni de bu olasılığı ortadan kaldırmak olmuştur. Savaşa dâhil olarak “Şark Vilayetlerinde Yapılacak Reformları” başlamadan sonlandıran Osmanlı yönetimi, Mondros Mütarekesi’nin 24. maddesi gereği “Vilayat-ı Sitte’nin” işgaline cevaz vererek Ermeni Devleti “korkusunu” yeniden canlandırmıştır.
Savaş sonrası Batılı güçlerin üzerinde durdukları hususlardan biri Ermeni nüfusun buradaki varlığı ve buna bağlı bir yönetim oluşturmanın imkânlarıdır. Uzatmadan söyleyelim ki, daha 1919 yılında bunun çok maliyetli, ancak yeni bir savaşla mümkün olacak ve altından kalkılması imkânsız bir proje olduğu kanaati ağır basmıştır. Böyle olmakla birlikte, Mustafa Kemal hareketinin ortaya çıkışının en önemli nedenlerinden birinin bu olasılığı bertaraf etmek olduğunun altını çizelim. Ermenilerin yerlerine dönmelerini engellemek, Mustafa Kemal hareketinin öncelikleri arasında baş sıradadır. Bir yandan onların zaten hiçbir şekilde çoğunluk oluşturmadığını ileri sürerken, diğer yandan Kürtlerin varlığını öne çıkarmışlardır. Misak-ı Milli formülasyonu da bu zaman diliminde ve koşullarda ortaya çıkmıştır.
Ortak Payda: Misak-ı Milli
28 Ocak 1920’da Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde gizli ve özel bir oturumda kabul edilen ve 17 Şubat 1920’de kamuoyuna duyurulan Misak-ı Milli, yukarıda çerçevesi çizilen konjonktürde, Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklar olarak belirlenmiştir. Mütarekenin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihi itibarıyla işgal edilmemiş topraklarda Kürtlerin ve Türklerin çoğunluğu oluşturduğu ve dolayısıyla egemenlik haklarının bu iki halka ait olduğu iddia edilmiştir. Mondros Mütarekesi’nden Misak-ı Milli kararına giden süreçte iki şey önemli rol oynar. İlki, 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’nda Ermeni temsilcilerin Vilayat-ı Sitte’de bir Ermenistan kurulması talebidir. İkincisi ise 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’i işgalidir. İzmir’in işgali, Şark vilayetlerinde de benzer bir hareketinin gelişebileceği fikrini........
© Artı Gerçek
