BİR BEDBAHT HAKAN: VAHİDEDDİN
Tarihe damgasını vurmuş iki cihan imparatorluğu vardır.
Bunlardan birincisi olan Roma dünya hâkimiyetine MÕ 46 yılında Sezar devrinde ulaşmış, bu azamet MS 283 tarihinde ikiye bölünmüş, cihan hâkimiyet süresi 329 yıl sürmüştür.
Osmanlılar ise aynı derecedeki hâkimiyete 1430-1769 tarihleri arasında 339 yıl sahip olabilmiştir. Osmanlılar da dahil olmak üzere eski devirlerimizin büyük yanlışların yanında şan ve şerefle dolu olduğu gibi eski devlet başkanlarımız olan kağanlar, hanlar ve sultanlar da çoğunlukla büyük çapta, millete hizmet etmiş yüksek şahsiyetlerdir. Bunlara saygı göstermek ve çocuklarımıza bunların büyüklüğünü öğretmek insanlık, vatan ve töre borcumuzdur.
Üstelik arenalarda insanları aslanlarla ve vahşi hayvanlarla boğuşturup kendi insanının paralanışını seyretmekten zevk alan, Tilapia balıklarına canlı canlı köle çocuklarını yediren Batı'nın medar-ı iftiharı Roma ile yediği üzümün bedelini düşman bağının asmalarına takan, göç vakti uçamayan kuşlara vakıf kuran Osmanlı'nın mukayesesi mizana gelemeyecek ölçüde olmasına rağmen gelin görün ki Roma İmparatorluğu'nun mirasçıları bu kötü mazilerine rağmen sıkı sıkı tarihlerine, atalarına sahip çıkarken bizde maalesef Altı asır Türk devlet nizamına, asil Türk milletine, cihana ve Âlem-i İslâm'a hizmetlerde bulunan Osmanoğulları ailesine saygı ve hak teslimini çok görenler var. Halbuki Almanya ve Fransa’da da Türkiye gibi cumhuriyet idareleri olmakla beraber eski imparator ve kral ailelerinin fertleri kendi anayurtlarında yaşayıp kendi mülklerine sahip oldukları gibi sanki aktif olarak hükümet bileşeniymiş gibi vefa ve saygıda kendilerine kusur edilmiyor. Ülkelerinde gayet saygı ve itibar sahibi durumundalar. Fakat bizim ülkemizde tam tersi bir durum hakimdir. Halbuki kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve “tarih” denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain’in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya’ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa’da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim ülkemiz için olsun inşallah…
Öyle ki, vatanımızda olan bu manzaranın karşısında bakın son padişahın kızı Sabiha Sultan neler söylüyor:
“Ben tarihçi değilim… Memleketiyle birlikte bedenen ve ruhen yıkılmış bahtsız bir hükümdarın kızıyım…
Bana dinimin İslâm olduğunu, ecdâdımın kurduğu vatanın sevgisiyle beraber telkin ettiler... Bu iki akideyi kanımın içinde duyarak büyüdüm ve ihtiyarladım...
Gönlüm ister ki Türk Milleti tarihine karşı hürmetkâr olsun, geçmiştekilerin hizmetlerini, büyüklüğünü unutmasın... Onlara tam kıymetlerini versin, Osmanlı Devleti'nin tarihte kazandığı azametli, vekarlı yeri küçümsemesin... Maziye karışan bedbaht hükümdarlara şimdiye kadar yüklenen ithamların yerinde olup olmadığını tam bir müsamaha ve titizlikle tedkik etsin...
Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir... Türk milletinin bizleri artık dedikodu mevzuu etmesi ayıptır, çünki milletimiz için Osmanlı Tarihi iftihar edilecek bir mirastır... İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk'ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk'ün malıdır…
Taşıdığım kandan içimdeki imana kadar kendisine her şeyimle bağlı olduğum babamın kuvvetli varlığını o dünyayı terketmiş, ben bu yaşa gelmişken hâlâ duyarım...
Babamın yolunu şaşırtmaya uğraştılar... Bir kısmı kasden hareket ediyordu, bir kısmı ise gizli ellerle idare edilen zavallı ve zayıf ahlâklı insanlardı...
Kanaatini ve sözünü bütün hayatında tutmasını bilen babam kendisine verilen söze de tam bir emniyetle inanmıştı...
Yazdıklarım sırf şahsî kanaatlerimdir... Hakikate nisbetleri hakkında iddiada bulunamam... Ama tarih için bu gibi tahliller elzemdir ve tarihe intikal etmiş kimseler hakkında umumî efkârı yanlış hükümlere sahip olmaktan korumak bir insanlık borcudur…
Saltanat ve hilafetin ilgasından sonra Osmanlı hanedanı hakkında muhtelif risaleler, kitaplar neşredildi; gazete sütunlarında romanlaştırılan bir takım yazılar görüldü... Fakat bunların hiçbiri kanı ve tarihiyle Türk yurdunun ve Türk Milleti'nin bir cüz'ü olan son Osmanoğulları'nın hayat ve hüviyetlerini tedkik etmemiş, çekdiklerini bilememiş ve haklarında doğru bir fikir edinmeye lüzum bile görmemiştir...
Bu bir serencamdır... Türk saltanat ve hilåfet tarihinin son devirlerinin, saray hayatının son günlerinin ve nihayet son padişahın kızı olarak içinde geçirdiğim hayatın hikâyesidir...
Ben, aileme kanımla olduğu kadar ızdırabımla da bağlıyım.
Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha OSMANOĞLU'nun
(1894-1971)
bir mektup zarfının arkasına yazdığı notlardan… (Bardakçı, 1998)
Elin gavurunda, ecnebisinde durum buyken bizde maalesef ki Osmanlı’ya ve padişahlarımıza sövenler, saydıranlar, her türlü saygısızlığı reva görenler var.
Mesela bu padişahlardan bir tanesi son Osmanlı hüdavendigârı Vahideddin Hazretleri'dir.
“Sultan Vahdettin vatan haini değildir” denince büyük yaygaralar kopartılıyor. Peki bu yaygarayı kimler kopartıyor? Türkiye’nin, Türklerin tarihleriyle barışmasını istemeyenler.
Düşünebiliyor musunuz? Başında bulunduğu saltanat makamı 1 asır önce lağvedilmesine rağmen sevenleri ile nefret edenleri arasındaki gerilim devam ediyor. Neden peki? Çünkü tarihimizle helalleşemedik. Helalleşemediğimiz için de mezardakilerin tozları gözü dünyada kalmış hayaletler gibi yakamızı bırakmıyor. Ne zaman ki tarihimizle helalleşiriz, o vakit onlar bizi rahat bırakır. Aksi halde bir asır daha bu münakaşa devam eder, gider.
Şahsının 1918-1922 tarihleri arasındaki saltanatı Osmanlı tarihinin en karanlık ve tartışmalı portrelerini sergileyen bir galeri gibidir. 1. Cihan Harbi’nin kaybedileceğinin ortaya çıktığı bir ortamda tahtın kederli yolu önüne açılmıştı.
Sultan Vahdettin, vatan haini miydi? Kesinlikle değildi. Talihsiz bir hükümdardı, savaşı kaybetmiş bir devletin başına hasbelkader geçmişti.
Tahta çıkışından kısa bir süre sonra Şeyhülislam Kazım Efendi’ye şunları söylediği anlatılır: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”
Hakeza yine Mabeyn Kâtibi Ali Fuat Bey’e “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl büyük bir fedakârlık yaptığını anlatmak isteyecekti. Ancak anlaşılamamıştı. Kısacası Vahideddin Hazretleri vatanını seviyordu, namuslu ve şerefli bir insandı.
KARABEKİR HATIRATINDA VAHDETTİN'LE GÖRÜŞMESİNDE NELER GEÇTİĞİNİ ANLATIYOR
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir’in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları’nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin’le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon’a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir’e dönüp, “Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz… Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir” demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: “Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb.” Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir’e neler konuştuklarını sorar. Karabekir, Padişah’ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa oracıkta şu anlamlı tespiti yapar:
“Sen Erzurum’a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor.”
Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları’nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin Hazretleri’ni ‘beraat ettirici’ nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir’in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.
Mustafa Kemal’in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa’yı Edirne’ye, Ali Fuat Paşa’yı Ankara’ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa’yı Erzurum’a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin’le görüştükten sonra dördüncü ve merkezi ayağı oluşturmak üzere Samsun’a doğru yola çıkacaktır.
Yani “Vahideddin işgal altındaki vatan için hiçbir şey yapmadı, kılını bile kıpırdatmadı. Korkağın tekiydi.” diyenleri yalanlayan bir gerçeği görmekteyiz. Öyle ya, Padişah birdenbire elinde hiçbir kuvvet olmadan ne yapacaktı? O yapacağını yaptı zaten. Komutanlarını çeşitli bahanelerle Anadolu’ya direnişi örgütlemeye gönderdi. Direniş için gönderdiği son isim de Mustafa Kemal Paşa idi.
Bu arada henüz Vahideddin tahta geçmeden evvel Mustafa Kemal Paşa ile birlikte yaptıkları Almanya ziyareti esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın ileriyi, uzağı görebilen bir özelliğe sahip olduğunu gördüğünü söyleyerek kendisiyle ilgili övgü dolu sözler söylemiştir ki padişahın kızı Sabiha Sultan bunu hatıralarında yazmıştır:
“Mustafa Kemal Paşa'yı Sultan Vahideddin veliahdlığında, Sultan Mehmed Reşad'ın mümessili olarak Almanya'ya birlikte yaptıkları seyahatte tanımış, her ikisi de yekdiğeriyle pek iyi anlaşmış ve harbin Almanya tarafından kazanılması ihtimalinin artık kabil olmadığı kanaatine varmışlardı. Memlekete döndüğü zaman Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşa'nın çok uzağı gören, zeki, muktedir, cesur bir zat olduğunu ve istikbal için kendisinden pekçok şeyler beklenebileceğini söylemiş, "Bu seyahatimden yalnız böyle bir kumandana malik olduğumuzu öğrenmek memnuniyetiyle dönüyorum" demiştir.”(Bardakçı, 1998, s.495)
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya gitme emrini aldığı ve bu münasebetle son padişahla son kez görüştüğü 16 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgalinden dolayı son hünkârın hüzünlü olduğunu unutamadığı padişaha 11 Haziran 1919’da yazdığı şu mektupta geçmektedir:
“Mabeyni Hümayun Cenabı Mülūkāne Başkitabeti Vasıtasıyla Atebei Hümayunu Cenabı Padişahiye
Büyük milletin ve kutsal hilafetin sağlam tek direği bulunan saltanatınızı cenabı hak afetlerden korusun. Şevketpenahım! Memleketin bugün uğradığı felaketler baskısı ve parçalanma tehlikesi karşısında ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı vatanı ve devlet bağımsızlığını ve milleti ve şanlı hanedanınızın altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Her tarafça, bu görüş ve kanaat tektir. Yüksek huzurlarınıza son defa kabul edildiğimde, İzmir acı olayından pek hüzünlü olan kalbinizin, bu kurtuluş noktasına ait ilhamları bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır.”(Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.8, s.34)
Yine 14 Haziran’da padişaha yollayacağı mektupta da padişahın hatt-ı hümayununun millete moral olduğu yazıyor:
“Şevketpenahım; bu nitelik ve durumda olan ve sizin kutsal kişiliğinize sarsılmaz bağlarla bağlı yüce milletinize tamamıyla dayanılır ve karşılık olarak bütün manasıyla bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunur. Son hattı-ı hümâyünları bütün milletin azmini ve mücadele gücünü artırmıştır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, s. 375, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi, Arşiv No: Atatürk, Dolap No: Özel. Göz No: 1. Klasör No: 6, Dosya No: 1335/8, Fihrist No: 1: 1-2’den aktaran: Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Basımevi, Ankara, Eylül 1978, Sayı: 77, Belge No: 1685; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973, 8.65-68; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Nisan 1985. Sayı: 2, 5.5-6; Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları I, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi: 45, Ankara, 1995, s.63-65)
BİRİNCİ TBMM, SON PADİŞAHA OLAN MEKTUBUNDA KENDİSİNİN İZMİR'İN İŞGALİNDEN DUYDUĞU ÜZÜNTÜYÜ VE BU ÜZÜNTÜSÜNÜN BASINA SUNULMASINI BUYURDUĞUNU BELİRTMİŞ
I.TBMM, Padişah Vahideddin’e yazdığı mektubunda padişahın İzmir'in işgaline çok üzüldüğünü ve bu duygu, düşüncelerinin basına sunulmasını buyurduğunu belirtiyor ki TBMM Zabıtlarında bu hususlara rastlamak mümkündür:
Şevketli Padişahımız, İzmir istilâsı üzerine memalik-i Şahanelerinin en mamur ve en mes’ud bir kısmı nasıl ateşle, yağma ve kıtal ile baştanbaşa harap oldu bilirsiniz. Hiç bir hakka istinad etmeyen ve milletinizi son yurdunda duçar-ı esaret eylemeği emel edinen bu vahşi akın üzerine Kalb-i Hümayunlarının duyduğu acı teessürleri cihan-ı matbuata bizzat tevdi buyurmuştunuz, İzmir işgalini, Adana fecayi’i; bu fecayi’i Maraş ‘Ayntab kıtalleri ve onu da felâketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali takip etti.
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal
B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1920, s.123-124. 28/4/1336
VAHİDEDDİN HAKİKATEN MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ALEYHİNE Mİ........
© Akasyam
