Toplumun ve İnsanın Acıyla İmtihanı: Anlamın Rahminde Acı
Acı, hayatın kaçınılmaz bir eşlikçisidir. Onunla yüzleşmekten kaçmak, insanın kendi varoluşunu inkâr etmesi gibidir. Acıdan uzak durmak, insanı güvende hissettirebilir; ama bu güven, sahici değildir. Çünkü acı, yalnızca yaralayan değil, aynı zamanda inşa eden bir güçtür. İnsanı insan yapan, onu derinleştiren, kişiliğini şekillendiren en temel deneyimlerden biri acıdır. O hâlde sormak gerekir: Acıyla ilişkimizi nasıl kuruyoruz? Onu bastırarak mı yaşıyoruz yoksa dönüştürerek mi? Kaçıyor muyuz, yüzleşiyor muyuz? Kendimizi mi uyuşturuyoruz, yoksa kendimizi mi inşa ediyoruz?
İnsan, acıyı anlamlandırabildiği ölçüde olgunlaşır. Anlam, yalnızca entelektüel bir kavrayış değil; varlığın bütününü kuşatan bir yönelimdir. Acı da, bu yönelimin yakıtıdır çoğu zaman. İnsan, eğer yaşadığı acıları sadece bir “musibet” ya da “talihsizlik” olarak görüyorsa, orada bir donma, bir tıkanma yaşar. Ama eğer bu acılar, bir iç yolculuğun, bir dönüşümün, bir ahlaki derinleşmenin vesilesi hâline geliyorsa, orada bir olgunlaşma vardır. Acı, bu anlamda bir öğretmendir; insanın içindeki hakikati uyandıran, onu daha sahici ve daha derin kılan bir imkândır.
Ne var ki günümüz toplumları, acıyla sağlıklı bir ilişki kurmakta zorlanıyor. Modern insan, acıya tahammülsüz. Her şeyin hızlı, kolay ve konforlu olması arzusu, acıyı hayatın dışına itmeye çalışıyor. Bu, yalnızca bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir travmadır. Acıdan kaçan bireyler, başkalarının acılarına da kayıtsız kalıyor. Acıyla yüzleşemeyen bir toplum, kendi vicdanıyla da bağını kaybediyor. Bu kopuş, yalnızca duyarsızlık değil; aynı zamanda insanlığın ruhsal........
© Adil Medya
