Ege'nin sinesinde bir cinayet meselesi
İlk roman için hep merak konusudur. Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz'de otobiyografik izler var mı? Siz ailecek Ege - Akdeniz hattına kaçabilenlerden misiniz?
Aslında her romanda yazarın yaşamından otobiyografik izler sürülebilir. Nihayetinde kendi içinize dalıp kendinize ve çevrenize dair süzdüklerinizi çıkarır, o hisleri ve gözlemlerinizi işler, dönüştürür ve bir form vererek ortaya koyarsınız. Ancak bütün birikimin ilk yoğunlaşıldığı yer olan ilk romanlarda bu daha çok hissedilir, diyebiliriz. Örneğin ben bu romanda kendi göç deneyimimden süzdüklerimi, benzer maceralara girmiş başka kişilerin deneyimlerini de gözleyerek işledim. Ana karakter Esin’in koşullarından çok farklı bir dünyadan, bambaşka nedenlerle göç etmiş olmakla beraber, Esin’in geldiği yerdeki şehirli şaşkınlıkları benden, doğrudan yaşadığım şeylerden kaynaklanıyor.
Haliyle doğanın bağrındaki hayat, kurgu - gerçek ayırmıyor herkese zorluk yaşatabiliyor!..
Kesinlikle. Mesela soba nostaljisinin pek de anlatıldığı gibi olmadığını ellerim titreyerek bir türlü tutuşturamadığım sobanın başında hissetmiştim ve aynısını Esin de hissetti. Köy ile kentin karşılaştırması da kaçınılmazdı. Tüm bunlar, benzer koşullarda gelmeyi düşleyenlere hitap eden gerçekçi ve ironik bir metin vaat ediyordu. Benimse uzun uzadıya kurduğum bir küçük yer hayali hiç olmamıştı doğrusu. Apartmanda büyüyen bir Ankaralı olarak, ne yapraklarına bakarak ağaçları tanıyabiliyordum ne de cinslerine göre balıkları. Bir de “İnsan cennetten bile sıkılır,” dediğimi hatırlıyorum, sanki burada sıkılacak vakit bulabilecekmişim gibi.
O zaman hayırlı olmuş pastoral seçim!..
Sözün özü, şehri terk etmeye birdenbire karar verdim ve çok da iyi oldu. Birçok İstanbullunun –şehrin yaşattığı maddi kaygılardan, deprem korkusundan ve kaotik ortamından kaçmayı hedefleyenlerin– iç sesi olmaya aday, eğlenceli ama derin bir anlatı kurmaya çalıştım, dolayısıyla otobiyografik etkiler bu bakımdan kendini gösterecektir.
Bir zamanlar Tevfik Fikret de Ege'de bir yer düşlemişti...
Sanırım bu “yeni köy” Tevfik Fikret’in düşlediğinden farklıdır; yine de Fikret’in “Yeşil Yurt” şiirindeki tonlara bakarsak, romanın girişinde yer verdiğim Mary Oliver’ın “Kuğu” alıntısı sorunuza çok güzel denk gelecektir:
“Şehrin bitip de kırların başladığı bir yer var.”
ELİM, ELİMDEN TUTTU
Yılların kitap editörü olarak kendi romanınıza nasıl davrandınız?.. Yabancı metindeki titiz göz, kendi metnine gaddarca davrandı mı?
Önce şunu söyleyeyim, daha giriş kısmında “editör Didem”in yazar Didem’in elini tuttuğunu fark ettim. Otuz yıllık bir editör olarak metinlerin nasıl yazıldığını, yazılırken ve sonrasında yayına hazırlanırken kaç kez değiştiğini, üstünde nasıl dikkatle çalışıldığını bilmeme rağmen sanki ilk seferinde yayına hazır bir metin çıkmasını bekliyordum kendimden. Sonra herkese önerdiğim şu yöntemi buldum: İyi bir metin çıkarmanın ilk şartı metni öncelikle “yazmak”, o kadar. Sonra istediğim kadar değiştirebileceğimi, zaten benim işimin düzeltmek olduğunu, acele etmeden çalışabileceğimi kendime hatırlattım.
Zor beğenirlik yazı işinin sahiden de büyük şeytanı olabiliyor bazen!
O kadar ki, “titizlenmekten” yazmaya başlayamazsınız bile. Dörtnala gidecek metnin ayağına her paragrafta bir pranga vurursunuz. Bana bunu sürekli hatırlatıp bir sonraki bölümü âdeta “arkası yarın” gibi merakla bekleyen iki değerli yazarım Yiğit Bener ve Özlem Yılmaz’ın sözleri o prangayı atmamı sağladı. Yıllık iznimi alıp –yani başka hiçbir kitaba/yazarın diline dalıp çıkmadan (ki bu da önemlidir anlatının iç sesini ve üslubunu bulup oturtabilmek bağlamında)– tüm metni yazdıktan sonra durdum. Araya zaman koydum ve metinden biraz uzaklaşarak kendi editörlüğümü yapmaya çalıştım.
Anlamak istediğim şey tam buydu, gözle gönülün karşı karşıya geldiği an!
Ama arkadaşlarımın ve birlikte çalıştığım yazarlarımın çoğu romanı merak ettiklerinden gönüllü ön okurum........
© 9 Eylül Gazetesi
