Seçimli otokrasi dünyayı ateşe verebilir mi?
“Seçimli otokrasi” 21. Yüzyıl dünya siyasetinin yeni normali olmaya aday gözüküyor. Seçimle iş başına gelmiş otokratlar dünya liderleri arasında sayıca çoğunluğa ulaşmasalar bile, mevcutların bölgelerini ve dünyayı ateşe verme kapasitesi yetecek de artacak gibi…
Öncelikle seçimli otokrasiden ne kastettiğimizi açıklamaya çalışalım: Seçimli otokrasi, seçimlerin düzenli olarak yapıldığı, ancak adil ve özgür bir siyasi rekabet ortamının bulunmadığı (ortadan kaldırıldığı), demokratik kurumların, hukuk kurumlarının içinin boşaltıldığı veya iktidarı tahkim edecek biçimde yeniden yapılandırıldığı, böylece iktidarın uzun süreli olarak tek elde toplandığı bir yönetim biçimi…
Popülist seçim vaatleriyle işbaşına gelen, yönettikleri ülkeleri yavaş yavaş yukarıdaki tanımlamaya uyacak şekilde dönüştüren ve sonunda tam anlamıyla otokrasinin egemenliğini kuran bu liderlerin yönetim tarzları şaşılacak biçimde (ya da hiç de şaşılacak bir tarafı olmayan biçimde) birbirlerine benziyor.
Toplumu, birbirine düşman iki kesime bölerek “biz ve onlar” üzerine kurulu bir siyaset yapıyorlar. Yerleşik basını “düşman” ilan ederek bir mücadele başlatıyorlar ve sonunda özgür basını ortadan kaldırıyorlar veya kontrol altına alarak kendi yanlarında yer almasın sağlıyorlar. Zamanla demokrasinin bütün denge ve denetim mekanizmalarını yok ediyor veya anlam yitirecekleri şekilde değiştiriyorlar. Meslek kuruluşlarının muhalif olmaması için özel bir gayret sarf ediyorlar. Hukuk sistemini kendilerine bağlı hale getiriyorlar. İcraatlarını yargının desteğiyle yürütüyorlar. İş başına gelir gelmez bürokrasiyi düşman ilan ediyorlar. Bürokrasinin ilerlemenin önündeki en büyük engel olduğu fikrini tekrar tekrar işliyorlar. En sonunda her türlü atamayı tek elden yaptıkları bir sistem kuruyorlar. Muhalifleri köşeye sıkıştırmak, siyaset sahnesinden silmek için her yola başvuruyorlar. Güvendikleri şirketlere sürekli kamuoyu araştırması yaptırarak, araştırma sonuçlarına göre mevzi, ittifak, söylem değiştiriyorlar. Bu onlara halk desteğini hep belirli bir düzeyde tutma olanağı sağlıyor. Böylece kendi tabirleriyle “elitlerle mücadele”de halkın onlardan yana olduğunu ileri sürebiliyorlar.
Psikolojik olarak korkak ve güvensiz, en yakınındakini harcamaya hazır, sürekli yalan söyleyen ve etrafındakiler de kendisine yalan söylediği için bir süre sonra gerçeklikle ilişkisini kaybeden liderlerden söz ediyoruz. Alaycı, küstah ve saldırganlar…
En önemli özellikleri ise, içerde ve dışarda sürekli “düşmanlarla” çevrili olduklarını ileri sürmek, o düşmanlarla mücadele görüntüsü içinde çevresindeki yönetici ve takipçi kitlesini sağlamlaştırmak, sadece muhalefeti değil kendi yandaşları arasında çıkabilecek aykırı sesleri de gerektiğinde susturabilmek. Haliyle, düşmanla mücadele halindeyken aykırı ses çıkarmak, “vatan hainliği”ne kadar gider.
Düşmanla yapılan bu mücadele tabii ki bir “ölüm-kalım meselesi”. Bu meselenin, iç politikaya dönük bir propaganda malzemesi olarak kullanılması kaçınılmaz. Propaganda dediğiniz zaman, bunun silahlı çatışma, askeri operasyon ve savaş gibi toplumu aynı ülkü etrafında toplayacak başka biçimlere dönüşmesinin, bu tür rejimlerde güçlü bir olasılık olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri siyasi literatürde yerini bulmuş bir konu.
Her çatışma, her savaş bununla açıklanamaz ama “düşmanla mücadele”nin iç politikadaki sıkışıklıkları azaltan, ortadan kaldıran, “cambaza bak” etkisi yaratan ve asıl olarak safları sıkılaştıran bir yanı da yok değil.
Örneğin, Putin’in Ukrayna’yı 2022’deki işgalinde, güvenlik endişesi ve jeopolitik hırsların yanı sıra, iç politikadaki desteğini sağlamlaştırma arayışının da etkili olduğu yapılan yorumlar arasında yer alıyordu.
2022’de Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, ekonomi iyi gitmiyordu. 2014 Kırım işgaliyle gelen ambargolar yıpratıcı olmuştu. Geniş kesimler geçim sıkıntısı ile yüz yüzeydi. Böyle bir ortamda Putin’in kendine gizli saraylar yaptırması, oligarklarla içli dışlı (kimilerine göre ortak) olması, çoğu devlet varlıklarının........
© 10 Haber
