KONAK, ÇATI, ÜÇLER YEDİLER KIRKLAR İNCELEMESİ
Her cemiyet fıtratının bir getirisi olarak maddeye belli başlı manalar yükler. Cemiyetleri birbirinden ayıran bu yüklediği manalardır. Manalar, cemiyetlerin temelinde yatan felsefeye göre şekillenir.
Türk milletinin temel felsefesi, yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. Bu felsefeye sahip tek millettir. Oysa insanlık tarihi, kendi tanrısını kölesi hâle getiren felsefelere aşinadır. Şüphesiz, temelde yatan felsefesi sebebiyle Türk milleti ile diğer milletlerin canlıya, cansıza, eşyaya, maddeye ve hatta manaya bile yüklediği manalar birbirinden farklılık arz etmektedir. Sepetçioğlu, Türk milletinin bu felsefesini eserlerine yansıtabilmiş meziyetli, büyük bir sanat adamıdır.
Önceki yazımda Kilit, Anahtar, Kapı üçlemesine yüklenen manalardan bahsetmeye çalışmıştım. Bu yazımda ise Dünkü Türkiye serisinin ikinci üçlemesi olan Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar’ın tahlilini yapmaya çalışacağım. Sepetçioğlu; Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar’a nasıl bir mana yüklemiş olabilir? Hadi, biraz da bu soru üzerine hasbihal edelim.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Konak
Bu üçlemede sıkça duyduğumuz bir öğseği kavramı vardır. Öncelikle öğseğinin ne olduğundan bahsedeyim. Köylerimizde kadınlarımız imece usulüyle ekmek yaparlar. Ekmeğin pişmesi için ateş, ateş için de odun gerekir. Odunun bir kısmı yanar, kararır. Öğseği işte o bir kısmı yanmış odundur…
Sepetçioğlu madde olan öğseğiye burada bir mana yüklemiştir. Öğseği ulaşmak istenen noktaya, hedefe, ülküye giden bir basamaktır. O ülküye giden yoldaki manevi kıvılcımı temsil eder. İnsanın gönlü öğseğiye benzer. İnsan öğseğisinin atılması için çıktığı yolculukta yanar, pişer, kavrulur kısacası hamlığından kurtulur. Gönül ateşini yakan, odununu karartan ülküsü uğrunda aldıkları ve verdikleri, attıkları ve yüklendikleridir. Öğseğisini aramak için çıktığı yolda kişi aslında kendini arar. Oysa bunun farkında olmadan yola çıkmıştır… Zaten bunu o yola düzülmeden, o yolda kendinden vermeden ve başkalarından almadan kısacası mücadele vermeden idrak etmek imkânsızdır. İlk önce daha maddeci bakar ulaşacağı yere… Hedefi o yol üzere olanlar gibi olmaktır ancak besmele çeker de yola düzülürse farkına varacaktır ki amaç kendini tanımaktır. Evet, şimdi siz değerli okuyucularımıza can sıkıcı bir bilgi verelim: Bu arayış hiçbir zaman bitmeyecek, hep devam edecektir. Çünkü insan, gönül yangını bittiğinde ölür.
Sıkça duyduğumuz öğseği kavramından bahsettiğimize göre, ilk sahnenin incelemesine başlayabiliriz.
İlk sahnede Kumral Dede karakteri ile tanış oluruz. Bu karakter bahçıvan olarak bulunduğu tekkede Pîr’i tarafından öğseğisinin atılmasını beklemektedir. Çünkü kendinden öncekilerin, Sarı Saltukların, Karaca Ahmetlerin öğseğisi atılmıştır. Bir o kalmıştır…
Pîr’in sözlerine kulak verelim: “Yoksa gitme vakti geldi mi dersin? Demek uçmak dileyeceksin Kumralım… Sığmaz mı oldun?”
Nihayet Pîr, Kumral Dede’nin öğseğisini atar. Kumral Dede de Pîr’inin kendisi için attığı öğseğiyi aramak için yola koyulur. Hamlığını bilmektedir, bununla beraber pişeceğinin de farkındadır. Ancak bunun farkında olan insan onu ararken hakkıyla yanar, tavını bulur. Kumral Dede’yi de derslerle dolu bir yolculuk beklemektedir… Bu yolculukta Kumral Dede’yi pişirenler, ateşini harlayanlar vardır.
Rahman romanda karşımıza çıktığı ilk andan itibaren beni ve bu üçlemeyi okuyan çoğu kişiyi etkileyen bir karakterdir. Ben adeta Kumral Dede olup Rahman’ı anlatmak istiyorum:
“Pirim öğseğimi atınca nereden geldiğini kestiremediğim bir güç beni ta Merv’e kadar getirdi. Merv’e kadar ne ben bendim ne de dünya dünyaydı. Bir evin odalarını hayatım olarak düşünsem tekkeden Merv’e gelişim bu evden bağımsız bir yerdeydi. Gözümün önü kapkaranlıktı, nefes nefese idim, yığılmıştım yere. Gözümü açınca baktım ki ben başka birinin evinde, başka birinin hayatındayım. Rahman’ın hayatındayım. Rahman! Merhamet sahibi demek. O an benim için Tanrı’nın bu özelliği sanki Rahman’da vücut bulmuştu. Anlattı bana evini. Anlattıkça ondaki merhamet bana geçsin istedim. Bağrıma basasım geldi onu. Yok yok o an keşke bağrım Rahman olsaydı da her şeyi bağrıma bassaydım. Belki biraz merhamet bulaşırdı etrafa.
Babası anasının tahta evinde çürümekten, kurumaktan korkup kaçmış bir bilinmezliğe. Anası derdinden ölmüş. Şimdi ise Moğol uğrusu etmiş memleketinden onu. Aman Allah’ım. Tüm dertleri buncacık çocuğa mı verdin? Ne çok sevdim ben Rahman’ı. Onun o gençlik çağında bu kadar yükü yüklenmiş yüreğine hayranlıkla baktım. Gençliğin verdiği haşarılıkla girdiği çıkmazlara, atını sürdüğü uçurumlara feryat ettim. Bu yüzden ne zaman başına bir bela gelse her zerremle hüzünlendim. Evet, haşarıydı ama ben onun kalbinin en iç odacığındaki umut dolu çocuğu okşadım gözlerimle. O da benim gibi yola düşmüş. Tek tesellisi babasını bulmak… Çok büyük bir hayranlığı var ona karşı. Göğsünü kabarta kabarta: ‘Kılıca en iyi su veren babamdı benim, onun üstüne yoktu.’ Demesi hâlâ kulaklarımdadır. A yavrum aramak kolay, bulmak kolay. Ya yüreğindeki babanla gözünle göreceğin baban bir olmazsa? O zaman ne olacak? Tesellin kalmayacak. Seni dünyaya karşı merhametli yapan bu teselli değil mi? Umarım gönlünle gözün şaşmaz.”
Yoluna devam eder Kumral Dede. Kendisini pişiren bir hadise yaşar. Bu hadise, karşısına çıkan bir aşirette gerçekleşir. Bu hadiseyle de Kumral Dede’nin ağzından haşır neşir olalım:
“Merv’den çıktık Rahman ile birlikte. Rahman deli kanlı olmasından haseb gitti önden. Allah karşıma bir aşiret çıkardı. Moğol uğrusu onlara etmedik zulüm bırakmamış ve aynı Rahman gibi yurtlarındandın etmiş. Aybüken Ebe derler, bir kadın var aşirette. Çocuğu hasta, ağlamakta… Nefes istedi benden. Kimsin, necisin derken çocuktan ses kesildi. Ebe çocuğun ağlaması kesilince ayağımın uğurlu olduğunu, oraya gelişimin nefes olduğunu sandı. Bir baktı ki çocuk ölmüş… O sırada Bey’in çocuğu da oluyor olmasın. ‘Ebe neredesin?’ diye aramaya başladılar. Bir tarafta balası ölmüş bir ebe, bir tarafta da doğan bir çocuk var. Yasını içine gömdü, canından olan parçasını bana bıraktı, koştu Bey çadırına doğru. Duygusuz mu sandınız ebeyi? Hayır, asıl duygulu olan o. Bey’in çadırında umut var, hayat var. Kendi yasını uzatsaydı belki de o çadırda başka bir yas olabilirdi. Hayat da bu aslında, bir taraf doğarken diğer taraf ölüyor. Yıkılan yerine bir yenisini bırakmak için yıkılıyor. Ebe bunun farkında olduğu için yasını içinde yaşıyor.”
Pîr’inin sözleri hâlâ kulaklarındadır: “Boşuna yanmak neye yarar? Yanarken yakmalısın, yangına vermelisin çevreni…” İmtihanlarla dolu bir yolun sonunda öğseğisini bulan Kumral Dede, artık yanmak için hazırdır. Öğseğisini bulduğu yere ocağını kurar ve ısıtır çevresini, aydınlatır ulaşabildiği gönülleri. Lakin sadece şeyhi dedi diye mi etrafını yangına vermek için çabalamıştır?
Kişi ulaşacağı hedefin bitmez bir arayış olduğunu anlamaya başladığı andan itibaren diğer insanlara karşı bunu anlatmakla yükümlüdür. Bu zaruret hali ne çevresi ne öteki ne beriki söylediğinden dolayı olacaktır. Bu zorunluluğu ona veren gönlüdür. O saatten sonra diğerlerinin bu hayatta mana arayışı içinde olmadan yaşamalarına vicdanı el vermeyecektir. Bu yolda çoğu zaman şevki kırılacak, meşalesi söndürülmeye çalışılacak lakin o daha kudretli bir şekilde ayağa kalkacak ve meşalesini daha ateşli şekilde yakacaktır.
Gelelim Ertuğrul Bey oğlu Kara Osman’a… Kara Osman ilk kez Konya’da karşımıza çıkar. İşte tam bu sırada Kara Osman olmak için........
© Yeni Ufuk Dergisi
