menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

TECEDDÜT KAVŞAĞINDA BİR ÖNCÜ: İSMAİL HABİP SEVÜK

8 0
02.06.2025

“Edebiyatı anlatmak için şunu anladım ki edebiyat sadece dimağlara hitap ile değil ruhlara telkin ile anlatılıyor. Nazariyat ve malumat ile edebiyat öğretmek, kavaid ve gramerle lisan öğretmek gibi boş bir emektir. Edebiyata mâl olmak için nasıl edebî bilgilerden ziyade edip olmak lazımsa edebiyatı kendine mâl etmek için de onu bellemekten ziyade edebiyatın havasını teneffüs etmek lâzımdır kanaatindeyim: Bu eser bu kanaate göre yazıldı…”

-İsmail Habip Sevük

Giriş

Bir milletin edebiyatı, onun ruhunun aynasıdır; zamanın nabzı, hafızanın kelimelerle kurduğu bir destandır. XIX. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında bu nabız eski ritmini artık kaybetmiş, yerini sancılı bir yenilenme arzusunun titrek atışlarına bırakmıştır. Çöküşün karanlığında Batı’dan esen rasyonel ve ilerlemeci rüzgâr hem devlet yapısını hem de zihniyet dünyasını sarsmakta, bu sarsıntı edebiyat sahasında da yankısını bulmaktadır. İşte bu sarsıntının en derin izlerini, kalemini tarihle, estetikle ve bilinçle buluşturan İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserinde okumak mümkündür.

Sevük, yalnızca bir edebiyat tarihçisi ya da eleştirmen olarak kalmaz; aynı zamanda bir medeniyet geçişinin farkında entelektüel bir yorumcu olarak karşımıza çıkar. Onun nazarında edebiyat, sadece sanatla sınırlı değil; aynı zamanda bir kültürel kimlik mücadelesinin sahnesidir. Sevük’ün değerlendirmeleri, dönemin edebî akımlarının ötesine geçerek zihinsel, siyasal ve sosyal değişimi de kapsar. Bu yönüyle Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, klasik bir edebiyat tarihi kitabının sınırlarını aşar ve bir kültürel devrimin estetik belleğini kayıt altına alan bir metne dönüşür.

Bu makale, İsmail Habib’in teceddüt kavramına yüklediği anlamı ve bu kavramın edebiyat sahasında nasıl ete kemiğe büründüğünü tartışmayı amaçlamaktadır. Divan edebiyatının eleştirisi üzerinden şekillenen bu yenileşme söylemi, sadece edebî bir tavrın ötesinde, bir kültürel savruluşla birlikte yürüyen yeniden inşanın da işaretidir. Dolayısıyla burada ele alınan mesele yalnızca bir edebî değişim değil; bir medeniyetin sorgulanması, bir başka medeniyetle yüzleşilmesi ve nihayetinde yeni bir estetik düzleme geçiştir. Sevük’ün eseri, bu geçişin hem tanığı hem de tanımlayıcısıdır.

Yenileşme İhtiyacının Tarihî ve Sosyal Zemini

İsmail Habib Sevük, bu atmosferi yalnızca bir tarihî anlatı olarak değil, aynı zamanda bir zihniyet kırılması olarak görür. Ona göre, teceddüt, yani yenileşme, dönemin entelektüel çevrelerinde romantik bir hevesin yahut estetik bir yönelimin ötesinde, hayatın dayattığı bir zorunluluk hâline gelir. Zira hayat değişmiştir, hayatın değiştiği yerde ise edebiyatın eskisi gibi kalması ne mümkündür ne de anlamlıdır.

Bir Medeniyetin Gerileyişinden Doğan İhtiyaç

Sevük’ün dikkat çektiği en çarpıcı noktalardan biri, Osmanlı’nın ait olduğu İslam medeniyetinin, Batı karşısında bir “inhitat” yani çöküş sürecine girmesiyle ilgilidir. Bu çöküş salt askerî ya da ekonomik değildir. Asıl yıkım, zihniyettedir. Bu medeniyet, yaratıcılığını, dinamizmini ve yenilenme ruhunu kaybetmiş; “klişeleşmiş” bir gelenekçiliğe teslim olmuştur. Tam da bu yüzden Batı’nın, Rönesans sonrası Avrupa’nın, özellikle de Fransız kültürünün dinamizmi, Türk aydını için güçlü bir “çekim alanı”na dönüşmüştür.

Sevük’ün kullandığı şu ifade oldukça manidardır: “Bir medeniyet zümresinden yeni bir medeniyet zümresine intikal.” Bu cümle, yalnızca bir estetik tercihi temsil etmekle kalmaz; aynı zamanda bir varoluşsal mecburiyeti de işaret eder. Osmanlı’nın karşı karşıya kaldığı yalnızca Batı’nın üstünlüğü değil, kendi içinden çöküşüdür ve bu çöküşün karşısında doğan edebî arayışlar, bir tür “kendilik muhasebesi” olarak ortaya çıkar.

Bu süreçte göz ardı edilmemesi gereken bir başka önemli gelişme de toplumsal yapının dönüşmesidir. Tanzimat’la birlikte, bürokratik eğitim kurumlarında yetişen yeni bir aydın sınıfı oluşmuştur. Bu sınıf, klasik medrese anlayışının dışına taşan bir bilgiyle donanmış, Batı dillerini öğrenmiş, gazeteyi okuyan, tiyatroyu izleyen, “halk”ı ve “millet”i kavramlaştırmaya çalışan yeni bir insan tipolojisini temsil etmiştir.

İşte bu yeni zümre, edebiyattan da başka bir şey talep etmeye başlar. Artık edebi sahada öne çıkanlar, padişaha yazılmış övgü dolu kasideler değil; halkın dertlerini dile getiren romanlardır, tiyatrolardır. Aşk temalı şiirlerin yerini vatanı yücelten dizeler kurulurken, bireysel hayranlıkla yazılmış metinlerin yerini kolektif bilinç arayışı taşıyan yazılar almaktadır. Bu dönüşüm, Divan edebiyatının estetik kalıplarını aşmayı hedefleyen ve onların ötesine geçme arzusunu içinde barındıran yeni bir edebiyatı beraberinde getirir.

Batı’ya Yöneliş: Taklit mi Temellük mü?

İsmail Habib’in analizinde dikkat çeken bir diğer mesele de Batı’nın, özellikle de Fransız edebiyatının, Türk edebî zihniyetindeki etkisidir. Sevük, bu etkiyi basit bir taklitçilikle açıklamaz. Ona göre, bu daha çok bir medeniyetler arası geçiş sürecidir. Tanzimat yazarlarının çoğu Fransızca öğrenmiş; Lamartine’den, Hugo’dan, Rousseau’dan etkilenmişlerdir. Ancak bu etki, zamanla içselleştirmeye evrilmiş, Batı, yalnızca bir örnek olmanın dışında, aynı zamanda topluma tutulan bir ayna vazifesine dönüşmüştür. Söz konusu ayna, evvel zamandaki gibi sadece güzellikleri değil, hayatın içindeki çirkinlikleri de göstermektedir.

Sevük’ün değerlendirmeleri, bu etkilenmenin dozuna dair zaman zaman eleştirel tonlar sezilse de genel yaklaşım olgucu niteliktedir. Ona göre önemli olan, bu geçişin sağladığı açılımlar ve doğurduğu edebî cesarettir. Bu anlamda Batı etkisi, bir taklitten çok bir sıçrama tahtasıdır.

Sarayın Gölgesinde Mahsur Kalan Bir Edebiyat

Zamanın ruhu değiştikçe kelimelerin yankısı da değişir. Bir çağın estetik kodları, başka bir çağın kulaklarında yankı bulamayabilir. Divan edebiyatı, Osmanlı’nın klasik çağını şekillendiren kudretli bir söylem biçimiydi. Ancak bu ihtişam, XIX. yüzyıla gelindiğinde zamanın ihtiyaçlarına cevap vermekte güçlük çekiyordu. Sevük, bu açmazı derinlikli bir şekilde ele alarak Divan edebiyatını salt biçimsel değil, düşünsel olarak da sorgular.

Ona göre bu edebiyat, bir medeniyetin görkemli ama artık işlevsiz bir hatırası hâline gelmiştir. Şiirin, sanatın ve kelamın anlamı değişmiş; toplum, yeni bir hayat tarzının eşiğinde dururken eski kalıplar, bu hayatı anlatmakta yetersiz kalmıştır. Bu noktada, Sevük’ün eleştirileri sadece bir “eski-yeni” karşıtlığına parmak basmaz, bir edebî paradigmalar savaşına işaret eder.

Onun ilk ve en sert eleştirilerinden biri, Divan edebiyatının toplumsal gerçeklikten kopukluğudur. Bu edebiyat, geniş halk yığınlarının değil, saray çevresinin ve seçkin bir azınlığın estetik ihtiyaçlarına cevap vermek üzere inşa edilmiştir. Şiir, adeta bir zümrenin süsü olmuştur. Oysa bu “en uzun yüzyıl” halkı keşfetme çağıdır. Toplumun sesi duyulmak istenmektedir ve bu ses, ağır mazmunlar içinde boğulan beyitlerde sıkışıp kalmamalı; sade bir dilde ve doğrudan anlatımlarda hayat bulmalıdır.

Anlamın Tutsaklığı: Ağır Dil, Soyut Mazmunlar ve Kalıpların Zinciri

Divan edebiyatının dili, bütün karmaşıklığı ve heybetiyle göz kamaştırsa da bir noktadan sonra iletişimden uzaklaşıp yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Arapça ve Farsça terkiplerle örülmüş dizeler, halkın anlayamayacağı bir müzikaliteye hapsolmuştur. Bu da şiiri, anlamdan çok formu önceleyen bir yapıya, edebiyatı ise sanatlı söyleyiş uğruna hebaya döndürmüştür.

Sevük bu yapaylığı sert bir şekilde eleştirir. Ona göre sanatı tasannuya, lisanı muammaya, elfazı da manaya hâkim yapmak, edebiyatın asli işlevini unutmaktır. Sanat, halkın duygusuna ve zihnine temas etmelidir. Divan şiiri ise, anlamı çoğu zaman gizleyerek kendini yalnızca bilenlere, anlayanlara açmaktadır. Bir tür estetik aristokrasi görünümündeki Divan edebiyatı, biçimiyle de sınırlayıcıdır. Gazel, kaside, mesnevi gibi belirli nazım şekilleri ve aruz vezni, şairi yaratıcı olmaya imkân tanımaz, kurallara uymaya zorlar. Halbuki Sevük’e göre, yaratıcı deha ancak biçimin sınırlarını aşabildiği zaman kendini gerçekleştirebilir. Divan edebiyatı ise bu cesareti beslemekten çok, bastırır.

Bu anlamda Tanzimat ve Servet-i Fünûn kuşağının hece ölçüsüne yönelimi, yalnızca teknik bir tercihin ötesinde, zihinsel bir başkaldırı anlamı taşır. Türkçenin doğal ritmine uygun olan ölçülerin tercih edilmesi, sadece biçimsel bir reform değil, milletin kendi sesine dönüşüdür.

Mazmunlar Dünyasında Birey Yokluğu

Divan edebiyatında birey kayıptır; belirli tipler, mazmunlar ve ortak imgeler söz konusudur. Her sevgili şuh, her göz “ceylan”, her aşk “mecnunî”dir. Şair kendi duygusunu yansımak yerine, edebî geleneğin öngördüğü duyguları dile getirir. Bu ise bireyin flulaşmasına yol açar. Oysa yenileşme hareketiyle birlikte birey, ilk kez kendi adıyla sahneye çıkacaktır. Bu bireyin duyarlılığı, aşkı, özgürlüğü, vatanı algılayışı farklıdır.

Estetik Gelenekten Kopuş mu, Evrim mi?

İsmail Habib’in yaklaşımı radikaldir. Ona göre bu edebiyat “sükût etmiştir ve sükût........

© Yeni Ufuk Dergisi