1944 YARGILAMALARINDAN MHP’YE: BİR KURUCU LİDER OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ BEĞ
Giriş
Siyasal partilerin kuruluş kökenine ilişkin yapılan teorik çalışmalar, olgunun modernliğine dikkat çekmektedirler. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan Sanayi İnkılâbı ve Fransız İhtilali, cemiyetleri köklü bir şekilde sarsmıştır. Ticaret, tarım ve sanayi burjuvazisinin giriştiği menfaat mücadeleleri ile farklılaşan orta sınıfların iktidardan pay kapma arayışları, siyasal partilere hayatiyetini veren unsurlar olmuştur. Daha önceleri bir benzerine rastlanılmayan alt üst oluşlar; muhafazakâr, milliyetçi, liberal, sosyalist arayışları cemiyet bünyesinde karşılığı olan yapılara dönüştürmüştür. “Parti”nin kısmî kuşatıcılığını da meselenin tezahür ediş şekliyle izah etmek mümkündür. Nihayetinde olay, farklılaşan toplum kesimlerinin mücadele sahasında cereyan etmektedir. İmparatorluktan ulus-devlete geçişte vesayet partilerinin ulus inşasında rol oynadıklarına dair yaklaşımlardan da söz edilebilir. Geri kalmış memleketlerin sivil ve askeri bürokrasisi boşlukta duran iktidarı sahiplenme zahmetine girerler ve pozitivizmden ilham alan bir modernleşme ameliyesi başlatırlar. Ulusun inşa edildiğine, ara sınıfların ve burjuvazinin teşekkül ettiğine dair bir kanaat hâsıl olur ise çok partili yaşama geçiş izni verilir. Türkiye’de CHP’ye atfedilen bu miras, inkılâpçı münevverlerin gönüllerini okşayan bir yaklaşım ola gelmiştir. İster inkılâp ve ihtilallerin ardından, ister ulus devlete geçiş süreçlerinde teşekkül etsinler, siyasal partilerin modernliğine ve kültürel kırılmalara eşlik eden sosyolojik yapılara tekabül ettiklerine dair bir kanaate varmak mümkündür. Mardin’in, “merkez – çevre” kuramının, Türk siyasetini izah eden anahtar bir kavram olmasındaki gücünü de tamamen bir zihniyet olarak kültürel kırılmaya odaklanmasında aramak gerekmektedir. Gerçekten de Türk siyaseti, kökenleri daha gerilere çekilebilir ise de, CHF – TPCF ayrışmasıyla başlayan ve CHP – SCF / DP / AP / ANAP ile devam eden bir üst başlıkla şekillenmişse bunda merkez – çevre ayrışmasının izlerini görmemek oldukça zordur ve sürecin bittiğine dair bir analiz ortalıklarda görülmemektedir. Burada dernekler statüsünde temsil edilen Türkçü/Turancı, milliyetçi geleneği, siyasal parti bünyesine taşıyarak kurucu liderlik rolünü üstlenen Türkeş Beğ’in mücadelesi incelenecektir. Önce fikrî çerçevesinin oluşumunda Atsız etkisi özetlenecek, 1944 yargılamalarından 27 Mayıs’a uzanan süreç ele alınacak, ardından CKMP’den MHP’ye partileşme safahatı ortaya konarak çalışma sonlandırılacaktır.
Atsız’la Gelen
Millet, millî devlet, millî kimlik, millî mücadele, mefkûre, milliyetçilik kavramlarının tanımlarını, tasnifini, tahlilini ortaya koyan; tıkanılan noktalarda yeni kavramlar türeterek nesillerin ufkunu açan, olguyu sosyoloji kürsüsüyle buluşturan mütefekkir Mehmet Ziya Gökalp Bey (1876 – 1924) olmuştur. 25 Ekim’de vefat ettiğinde büyük bir tazimle mezarına gömülen müellifin ardından, millî kültür politikalarına yön veren inkılâpçıların göz ucuyla da olsa eserlerine bakma gereği duyduklarını söylemek güçtür. Onun hiçbir eseri dönem içerisinde Latin harfleriyle basılmamıştır. 1939’da yayınlanan Türkçülüğün Esasları da 1944’te yasaklanmıştır. “Rahmetli üstadım Ziya Gökalp’in Türkçülüğü – tabir mazur görülsün – bir nevi teslisten ibaretti… Kemalizm bidayetten beri tek tanrıya tapmıştır: millicilik.” denmiştir. “Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak” terkibi için, “çürük bir mantık çardağı kuran zavallıların” işidir de denmiştir. Yıllar sonra Gökalp ekseninde bir düşünce geleneğinin yürütücüsü olan Güngör şöyle diyecektir:
“CHP’yi Atatürk’ün kurduğu söylenir ama partinin adı ve okları da dâhil olmak üzere her şeyi Gökalp’in eseridir… Genç yaşında ölmeseydi, CHP’nin kendisinden sonraki yıllarda yaptığı büyük hatalar belki hiç olmaz, onun gösterdiği milliyetçi istikamette parti ile millet arasında kuvvetli bir bütünleşme meydana gelebilirdi…”
Osmanlı ve Selçuklu mirasının silinmesi gereken devirler olarak görüldüğü; Eti, Hitit, Sümerlerin Türklüğün ataları olarak işlendiği; hanedanların devlet olarak takdim edilip zihinlerin karma karışık olduğu bir dönemde Hüseyin Nihal Atsız Bey (1905-1975), Türkçülüğün II.Meşrutiyet’te kıvam bulmuş hallinin sözcüsü olmuştur. Türk Ocaklarının feshinin ardından soluğu kesilen Türk Yurdu’nun yerini Atsız Mecmua almıştır. 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932’de kapatılana kadar 17 sayı yayınlamıştır. Gayrı ilmi tarih tezleri açıktan tenkit edilmiş, Reşit Galip gibi politikacılarla polemikler yaşanmıştır. Şu ifadeler, Atsız ne diyordu sorusunun da cevabı gibidir:
“Vahdettin vatanına ihanet etti, Abdülhamit zulüm yaptı, Sultan İbrahim deli idi diye bütün imparatorluk devri büyüklerine ve o devrin tarihine küfretmek çok yanlış bir yoldur. İnkılapçıların arasından birisi millî müdafaa bütçesinden çaldı diye bütün inkılâbı ve inkılâpçıları inkâr etmek nasıl yanlış bir hareketse birkaç kişi için de Kılıç Arslanları, Sultan Mesutları, Osman Gazileri, Orhanları, Muratları, Fatihleri, Yavuzları vesaireyi inkâra kalkışmak da öyle bir hareket olurdu. Halbuki bizim imparatorluk tarihimiz yalnız büyük reis ve kumandanlardan … ibaret değildi. Onun Füzulîleri, Nedimleri, Mimar Sinanları, Kâtip Çelebileri kanunları teşkilatları, birer sanat eseri olan heybetli camileri, birer darülfünun olan medreseleri de vardı. Hem de bu Osmanlı ve Selçuklu devri maziye daha başka ve daha şanlı devirlerle bağlanıyordu.”
Atsız, Türklerin tarihini birbirinden kopan hanedanların devletleri tarzında değil, Osmanlıdan Selçukluya,........
© Yeni Ufuk Dergisi
