En hakiki travma: İstanbul’da afetzede olmak
Geçmiş zamanın birinde bir semt pazarında yürürken bir tırnakçı çetesinin gariban görünümlü bir adamın ceplerini yokladığını görmüştüm. Adamı defalarca yoklarken nasıl hissetirmediklerini anlamakta hâlâ güçlük çekiyorum. Ama hissetmiyordu işte.
Dayanamayıp adamcağızı uyardım. Parasına, cüzdanına dikkat etmesini söyledim. Fakat uyardığım bu adam rahatsız edici bir ifade takınıp benden kaçarcasına uzaklaştı. Sanki tırnakçı bendim. Teşekküre gerek yoktu ama moralimi bozan tavrına da gerek yoktu. Öfkelendim. Keşke uyarmasaydım diye düşündüm bile. Sonra boş ver dedim. İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.
Büyük ihtimal polis olsam bana minnettar olacaktı. Uyaracağına işini yap, git yakala demeyecekti.
Gelelim 23 Nisan gününe. Tarihin gördüğü en şefkatli deprem, burun bile kanatmamak üzere hareketine başladığında törenin ortalarındaydık.
Depremin maksadı tam anlaşılamamış olacak ki kalabalık içinde büyük bir kaos patladı. Küçük yavruların bu ilk büyük deprem deneyimlerini, kontrolünü kaybeden bu kalabalıkla değil, daha dengeli bir ortamda yaşamasını isterdim. Nasipleri böyleymiş.
Sonra düşündüm; bu depremin olacağını bilsem ne yapardım diye.
Herkesi uyarsam ne olurdu?
Büyük olasılıkla hemencecik öyle makul bir deli bile değil, tıbbi vaka olarak yaftalanacaktım.
Sonra deprem olmayacaktı ve kendim dahi tıbbi vaka olduğuma inanacaktım. Üzerime yapışacak şüphelerle yaşamak zorlaşacaktı.
Ya da deprem olacaktı. İnsanların Amerikanlaşmış yarısı ucube olduğumu düşünüp benden kaçacak, diğer yarısı da kalkıp olağanüstülük atfedecekti.
Her halükârda varlığı kolay kolay kabullenilemeyecek bir figüre dönüşecektim.
Senaryolar bunlardı.
Sonra Türkiye’de işler döndü........
© Yeni Şafak
