Oryantalizmin ardından: Doha notları
Rudyard Kipling’in “Doğu Doğu’dur Batı’da Batı ve bu ikisi hiçbir zaman bir araya gelmeyecek” şeklinde özetlediği karşıtlık, bir kültürel/siyasal farklılığın yanı sıra bir mesafeye de işaret ediyor hiç kuşkusuz. İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’daki pratiğini yakın biçimde müşahede eden ve bu dönemi eserlerine yansıtan Kipling’in sözleri, uzunca bir süredir devam eden Doğu-Batı ilişkilerini de anlamaya dair bir giriş mahiyetinde.
Beyaz Adamın Yükü’nde billurlaşan bu ilişkinin kurucu unsuru olan Batı, Doğu’yu her yönüyle tanımlayan ve onun üzerinde tasarrufa sahip olan aktör olarak kendisini görmüştür. Önceleri Abdul Latif Tibawi, Abdullah Laroi ve Fanon gibi isimlerin Doğu-Batı ilişkisinin niteliğine dair yaptıkları analizler ve sonrasında Edward Said’in popüler çalışmaları ile devam eden oryantalizm eleştirileri, Batı’nın Doğu’ya dair teorik ve pratik yaklaşımını açık biçimde ortaya koymaktadır.
MUHAYYEL DOĞU
Said ve öncülü isimlerin ortaya koyduğu literatür, Doğu’nun her yönüyle tahayyül edilen ve kendisi üzerinde tasarrufta bulunulabilen bir coğrafya olarak tasavvur edildiğini göstermektedir. Thierry Hentsch’in “Hayali Doğu” kitabında da resmettiği bu durum, Doğu’nun Batılı zihinler aracılığıyla tahayyül edildiği ve gerçeklikten kopuk biçimde kurgusal düzlemde ele alındığını göstermektedir. Kendisini kurucu özne olarak gören ve Doğu’yu tasarlamakla ilgili bir yetkilendirme yapan Batı, kendi dışında kalan toplulukları da ötekileştirmiştir.
Modern-geleneksel ya da medeni-barbar ikiliğinde sıkıştırılan bu ayrışma zamanla yerini bir çatışmaya bırakmış ve Batı, medeni olmayan toplulukları beyaz adamın yükü çerçevesinde medenileştirmeyi kendisine misyon edinmiştir.
İsrail’in Gazze soykırımı ile gündem olan medeni-barbar ikiliği söylemi de benzer bir kurucu öznenin dili olarak karşımıza........
© Yeni Şafak
