Türkiye, İslâm adaletini merkeze alarak dünya için bir sosyal adalet paradigması inşa edebilir mi?
Sömürge çağı başladığı günden beri insanlığın büyük krizi tartışma konusu olmaya devam etti. Bu, bir yönüyle medeniyet kriziydi. Orta çağ Hristiyanlığına meydan okuyan modern paradigma, tanrısız bir dünya inşa etti.
Bu yeni dünya, insanın tanrı olduğu; hırsının önüne geçemeyen, doymayan, işgale ve sömürgeye doymayan bir anlayışla dünya milletlerini özünde ikiye ayırdı: Gözü dönmüş Batılı sömürgeciler ve dışarda kalan, sömürülenler.
Zaman içerisinde "Batı ve ötekiler" diye ayrılan bu sınıf yapısı, kendi içinde büyük bir kırılma daha yaşadı ki, bu yeni durum yeryüzündeki adaleti kökünden sarsar hale geldi. Dünyadaki zenginliği %5’lik bir sınıf ele geçirdi ve geri kalan insanlar bu zenginliğin kölesi olarak yaşamaya devam etti.
Dünyadaki bu ağır dengesizliği bir dönem sol ve sosyalizm dengelemeye çalıştı. Bir yönüyle Batı, sömürgeciliğini 1960’tan başlayarak 11 Eylül saldırılarına kadar demokrasi, insan hakları, bireysel haklar, kadın hakları, çevre vb. konularla maskelemeyi başardı. Soğuk Savaş bittikten sonra, Batı sisteminin bir parçası olan sol paradigmanın da insanlığın büyük krizine çözüm olamadığı görüldü.
Bugün ABD Başkanı’nın bir cümlesi, milyonlarca insanın kaderini değiştirebiliyor. Karşısında duran Çin vb. ülkelerin ise maddi medeniyet dışında insanlığa sunacak yeni bir cümlesi yok.
İnsanlık tarihi boyunca Âdemoğlu büyük bir krizle karşılaştığında Cenab-ı Hak bir peygamber gönderirdi. Bozulan itikad, inanç ve kavramlar yeniden düzene kavuşur, fesad arş-ı alaya dayandığında yeni bir peygamber gelir, bozulan kavramları ve düzeni yeniden inşa ederdi.
İslam bir din olarak ortaya çıktığında, önce bozulan itikad, tevhid anlayışıyla yeniden şekillendi. Nübüvvetin temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.s.), bizzat yaşayarak bireysel ahlaktan adalete, bir devlet nizamı kurmaya kadar A'dan Z'ye insanlığın huzur içinde........
© Yeni Şafak
