Neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düşütüğü haller...
Yaşar Ersoy
Neoliberal postmodern anlayışla, dünyada olduğu gibi, bölünmüş adamızın kuzey yarısında da yaşamın her alanında, yozlaşmadan kaynaklanan bir cümbüş sürülür piyasaya. Bu cümbüş bir İngiliz anahtarı gibi sanatı da kıskacına alır.
Neoliberal postmodern bulamaç anlayışın bütün araç ve gereçleriyle yüreklere ve kafalara enjekte ettiği bir cümbüş... Kuralsızlığın kural, ilkesizliğin ilke, duruşsuzluğun duruş, etiksizliğin etik, biçimsizliğin biçim olduğu, estetik ve içerik yoksunu, toplumsallıktan soyutlanmış birey merkezli bir cümbüş... Ve vur patlasın çal oynasın, boynu altında kalanın boynu kopsun.
Toplumsal hayatın baskın gerçeğini ve dayatılan ceberut düzeni, görmezden gelen, görünmez kılmaya çalışan eğlence ve parodiye dayalı bir cümbüştür bu enjekte edilen... Mevcut düzeni kutlama biçimine dönüştürülmüş, sermaye destekli hükümet soslu, alacalı bulacalı bir cümbüş...
Bu cümbüş içinde tiyatro sanatı bir yandan vasatlaştırılır diğer yandan da piyasalaştırılır ve ticari bir meta haline getirilir. Bir de bunlardan ayrı en sağlam eserleri bile yapı bozumuna uğratarak, anlamı manipüle ederek, “Anlamayana Kadar Tiyatro” yapanlar türer. Bu üç gruptan ayrı bir de postmodern “muhalif(!)” tiyatro yapanlar var... Bunlar illâ da neoliberal düzeni, yaptığı tiyatro ile eleştirecekler diye diretirler... Ama öyle toplumcu gerçekçi anlayışla değil, tehlikesiz gerçekleri konu alarak, kocaman yalana bir doğru karıştırarak, toplumsallıktan uzak birey odaklı, düzeni aklayarak, bireyi kötüleyerek eleştirirmiş gibi tiyatro yaparlar... Ve kapitalist neoliberal düzenin arzuladığı, parçalanmış, çaresiz, yalnız, bunalımlı, psikopatolojik insanın üretilmesine hizmet ederler. Postmodern anlayışla “muhalif(!)” post-dramatik tiyatro yaparlar. Yani neoliberalizm, kendi muhalifini de kendine göre şekillendirir. Böylece düzene muhalif post-dramatik tiyatro yapanlar, düzenin muteber sanatçıları haline gelir. Neoliberalizmin moda anlayışı dışına düşenler ise, modası geçmiş eski kafalı olurlar.
Tiyatro, tarih boyunca insanın kendini ve toplumunu anlamlandırma çabasının en güçlü araçlarından biridir. Antik Yunan’dan modern döneme kadar tiyatro, hem estetik bir ifade biçimi hem de derin bir düşünsel sorgulama alanı olarak varlığını sürdür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan postmodern anlayışla birlikte tiyatronun yapısında köklü değişiklikler meydana gelir. Bu değişimler, ilk bakışta yenilikçi ve özgürleştirici gibi görünse de, zamanla tiyatronun anlamını ve işlevini zayıflatan bir yozlaşmaya dönüşür.
Postmodernizm, modernizmin evrensel akıl, ilerleme, bilim, hakikat gibi "büyük anlatılarına" karşı çıkar. Gerçekliğin göreceli olduğunu, mutlak hakikatlerin olmadığını savunur. Toplumsal gerçeklikten kopuk, birey odaklı, parçalanmış temaları, bağlamından kopuk ele alır. Postmodern kültür, imgelerin ve simgelerin çoğalmasına odaklanırken derinlikten uzaklaşır, giderek vasatlaşır ya da anlam kaybına uğrar. Diğer yandan da tüketim kültürünü pompalar; pazarlama, reklam, moda, show amaçlı gösterilere yönelerek piyasa odaklı gösteriler yapar. Bu yüzden kimi eleştirmenler postmodernizmi, “kapitalizmin ideolojik bir aleti” olarak görür. Edebiyat eleştirmeni, düşünür Fredric Jameson ise postmodernizmi “kapitalizmin kültürel mantığı” olarak tanımlar ve özgürleştirici olmadığını, daha çok sistemin yeniden üretimine hizmet ettiğini vurgular.
Potmodernizmle birlikte tiyatroda, klasik yapıların, dramatik sürekliliğin ve anlam bütünlüğünün öneminin yitirilmesine yol açılır. Sahne artık bir hikâye anlatma aracı değil, parçalanmış imgelerin, absürt anlamsız, tutarsız söylemlerin ve izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlayan cinsel ve şiddete dayalı gösteri alanı haline gelir. Geleneksel anlamda karakter gelişimi, olay örgüsü ya da tematik derinlik gibi unsurlar yerini rastlantısallığa, çoğu zaman anlamsızlığa bırakır. Metin merkezli tiyatrodan uzaklaşılır, show amaçlı gösterilerle, düşünsel derinliğin yitirilmesine neden olunur. Böylece tiyatro bir sorgulama alanı olmaktan çıkıp, sadece biçimsel oyunlarla seyircinin kısa süreli ilgisini çekmeye çalışan yüzeysel bir performans gösterisine dönüşür. Klasik, modern tiyatronun anlatı gücünden uzaklaşan bu yeni anlayış, yaratıcı olma adına çoğu zaman boşluk ve bunalım üretir.
Bu konuyu daha geniş bir şekilde yazmakta olduğum ve yakında yayınlayacağım kitabımda okuyabileceksiniz. Bu üç bölümden oluşan yazıda neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düştüğü halleri; vasatlaşmaya, anlamsızlaşmaya ve piyasalaşmaya pertavsızla tek tek bakmaya çalışacağım.
TİYATRONUN VASATLAŞTIRILMASI... (2)
Yazının birinci bölümünde, neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düştüğü hallere, genel bir bakış yaptık... Yazının ikinci bölümüne “Tiyatronun Vasatlaşması” ile devam edelim... Ancak bu konuya şu vurguyu yaparak başlayalım; neoliberal postmodern zamanlarda, tiyatronun üretim, sunum ve alımlama biçimleri tümden etkilenir ve tiyatro doğal yasalarından ve işlevinden uzaklaşır.
Tiyatro, insanı insanla anlatan bir sanat. Bütün sanatları bünyesinde toplayan büyük harfli bir SANAT. Aristoteles’ten Brecht’e kadar, herkes bir ucundan tutmuş, derinlik, anlam ve işlev katmaya çalışmış.
Büyük harfli bu “SANAT”ta, perde açıldığında, öz ve biçim yapısı doğrultusunda sahneye çıkan her oyuncunun nefesi bile karaktere dönüşür, o karakteri yaşmaya başlar, seyirci yerinden kıpırdamadan bir dünyadan ötekine geçer; duygulanır, düşünür, anlamlandırır, yorumlar, sorgular, yüzleşir ve tiyatronun ışığında aydınlanır... Eleştirmen-yazar-düşünür Ernst Fischer’in dediği gibi; “insanın dünyayı tanıyıp değiştirmesi için” yapılır.
Peki, bu vasatlık salgınında tiyatro ne duruma düşer, ne haldedir, ne yapar?..
Hemen hemen tiyatronun tüm ögeleri yüzeyleştirilir, basitleştirilir, bayağılaştırılır, ucuzlatılır. Sahneye çıkan egosunu pazarlama ve tatmin etme derdinde sahnede tepinir. Oyundaki karakteri değil, kendini sahnelemenin peşinde koşar. Bu vasatlık ustası oyuncuların(!) performanslarında en dikkat çekici yön, ellerini ve ayaklarını ne yapacaklarını bilmemeleri, seslerini kullanamamalarıdır... Bu konuda bir istikrar abidesidirler. Ne fazla ne eksik… Hep aynı çizgide, hep aynı tonlamayla oynamayı başarabilmek her yiğidin harcı olmasa gerek. Ayrıca hep aynı çizgideki oyunculuklarıyla seyirciyi, oyunun özünden, duygusundan, düşüncesinden uzak tutma çabası da takdire şayandır. Brecht bile böyle bir yabancılaştırmayı becerememiştir.
Peki oynanan oyunun öz ve biçim ilişkisi? Ne özü ne biçimi, geç bunları canım. Esas mesele, bizim çocukların tiyatro yapıyor olması... “Aferin oğlum Ahmet, sana da bravo.” Sonuç ertesi gün gazete başlıklarında; “Ayakta Alkışlandı.”
Bir de genellikle oyun seçerken “komedi” türü yeğleyenler vardır. Bunlar son derece “güldürükcü” olanlardır. Hayatlarını güldürükcülüğe adarlar. Güldürükcü olmak için sahnede yapmadıkları şaklabanlık kalmaz. Oysa ustaların dediğine göre, komedi zor ve ciddi bir iştir. Ama halkımız güler, eğlenir ya... Daha doğrusu öyle sanılır. Komedi diye en banal şekilde göbekten gıdıklayıp işkembeden güldürmek, boş eğlencelik zaman geçirmek maharet sayılır. Herhalde onun için komedi(!) seçilir. Gel gelelim kazın ayağı hiç de öyle değil. Komedi diye sahnelenen oyunların çoğunun düzeyi tam anlamıyla evlere şenlik. Oynananlar fars desen fars değil, vodvil desen ilgisi yok, bulvara hiç benzemez, kabare desen kabareye yazık olur… Komedi adına yaptıkları banal konuşmalarla, banal hareketlerle banal kültüre katkı sağlamak gibi yüce bir görevi yerine getirirler. Sağ olsunlar, kara mizah yapacağım diye kaba mizaha batıp çıkarlar. Hatta en sağlam kara mizah oyunları bile kaba saba mizaha dönüştürmede üstlerine yoktur. Bir de selam verirken, “bakın nasıl becerdik ama” dercesine gerim gerim gerilirler. Selam demişken, bir yeni moda olarak seyirciye kıçını dönerek selam keşfi yapılır... Ve dünya sahnelerine armağan edilir. Artık Arşımet misali oyuncular selama “evreka” diye bağırarak çıksa yeridir.
Ama selamda alkışı hak etmek için oyun boyunca biraz gürültü, abartılmış el kol hareketleri, bolca bağırma, yavşak yavşak konuşma, göbek gıdıklayıp işkembeden güldürme, abartılmış ve çarpıtılmış yerel ağız ile dalga geçme ve ritim adına sahnede neden tepindiği belli olmayan oyuncuların(!) boy gösterisi… İşte sanat!
Peki, anlam nerede? Boş ver canım anlamı, "anlam her yerde, sen bulamıyorsan senin algında sorun var demek” derler, üstüne bir güzel sanat dersi de verirler cabadan. Ya da “bizi kıskanıyor, kendinden başka kimseyi beğenmez” diye yaftalarlar.
Oyunu izliyorsun... İzlediğin oyunda bir öykü arıyorsun, karakter derinliği, dramatik yapı arıyorsun? Adam sen de aradığın şeye bak... Onlar artık eskilerin nostaljik takıntıları. Öyle şeyler........
© Yeni Düzen
