Taşın Hafızasında Medeniyet
Taşın Hafızasında Medeniyet
MUSTAFA ARMAĞAN
Bir şehir düşünün… Güneşin ilk ışıkları taş duvarlara vurduğunda tarih birden uyanır, minarelerin gölgesinde sadece ezan değil, asırlar boyu şekillenmiş bir ruh yankılanır. O şehir ki, taşında bir dua gizlidir. Caminin kıble duvarında, hanın giriş kemerinde, türbenin kubbesinde yalnızca mimari değil, bir medeniyetin derin nefesi vardır. O nefes, taşı yontar, şekil verir, mana yükler.
Modern insan, taşla ilişkisini yitirdi. Taş artık onun için ya kaldırım döşemesi ya da dekoratif bir malzeme. Oysa eskiler, taşı sadece yontmazdı; ona ruh üflerdi. Bir Selçuklu mimarı, Erzurum’daki bir kümbeti inşa ederken sadece ölümü değil, sonsuzluğu da düşünürdü. Her motif, her oran, her yön bir niyetle seçilirdi. Çünkü onlar için mimari, sadece estetik değil; tefekkürün kendisiydi.
Şehirler, yürüyen tarihlerdir. Bir medeniyetin nasıl yaşadığını anlamak istiyorsanız, onun şehirlerine bakın. Kapı tokmaklarından sokak isimlerine, cami şadırvanlarından mezar taşlarına kadar her detay, o toplumun hayatı nasıl anladığını gösterir. Taş oradadır, ama sessiz değildir. Sadece bakmasını bilenler için konuşur.
Bugün bir şehir planı çizilirken ilk bakılan şey: “Ne kadar arsa kalıyor?” olur. Oysa eskiler, “Bu sokaktan sabah güneşi girer mi?” diye düşünürdü. Çünkü onlar için şehir, insanın ruhunu besleyen bir bahçeydi. Her taş, insanı yüceltsin diye konulurdu. Her yapı, kulun Rabbine daha yakın hissedeceği bir huzur adasıydı.
Sinan’ın yaptığı köprüler, sadece karşı kıyıya geçişi sağlamaz. Onlar aynı zamanda “insanın iç yolculuğunu” da inşa eder. Zira bir köprü, iki kıyıyı değil, iki hayatı da birleştirebilir. O yüzden Sinan’ın yapılarında hep bir denge, bir ölçü, bir tevazu vardır. Ne eksik, ne fazla… Tıpkı insan gibi.
Bugün İstanbul Boğazı’ndan geçen bir tekne, Süleymaniye’ye başını çevirse ne görür? Görür mü? Görmesi zor, çünkü artık gökdelenler Sinan’ın o büyük sabrını gölgeledi. Oysa Sinan,........
© Yeni Akit
