menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kuralsızlık ve küresel çöküş çağında Türkiye’nin caydırıcılığı

74 19
06.07.2025

Cem Gürdeniz yazdı…

Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası NATO üyeliği ve ABD’nin komünizm ve SSCB düşmanlığı üzerine şekillenen kenar kuşak stratejisi kapsamında Batı’ya eklemlenmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası laiklikten hızla uzaklaşılmış, ulus devlet ve üniter yapısına iç ve dış saldırılar üzerinden etnik bölünme tuzağına çekilmiş, özelleştirmelerle ekonomik bağımsızlık zedelenmiş, tarım ve sanayisi geriletilmiştir. Türkiye’nin iç siyaseti, dış müdahalelere açık hale gelmiş; Kurucu ve koruyucu değerler özellikle 2002 sonrası askeri yüksek komuta kademesinin geri çekilmesi ile sistemli biçimde tasfiye edilmiştir. 2003 yılında ABD’ye Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta cephe açma olanağı tanıyan 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddi ile 2004 yılında KKTC’nin sonunu getirecek Annan Planının Rumlar sayesinde reddi jeopolitik kayıplarımızı önlerken, 2005 sonrası Kuzey Irak’ta Bölgesel Kürt Yönetiminin kurulmasına ve 2011 sonrası Suriye devletinin yıkılmasına doğrudan katkılarımız jeopolitik intihar seviyesinde gerçekleşmiştir.

Çevrelenen Türkiye. Türkiye, bugün için güneyde İsrail, BAE, Suudi Arabistan, GKRY ve ABD’nin PYD/YPG gibi vekil güçleriyle; batıda ABD, Fransa ve Yunanistan’ın deniz-hava üstünlüğüyle; Kuzeyde NATO’nun Ukrayna savaşı üzerinden Rusya’yla çatışma senaryolarıyla; doğuda ise İran’ın olası çöküşüne endekslenen senaryolar üzerinden çevrelenerek çok boyutlu bir kuşatma altına alınmıştır. İran karşısında geri çekilme öncesi İsrail’in Türkiye’yi küstahça ve açıkça hedef ilan etmesi (11 Mayıs Jerusalem Post) ve ABD’nin Dedeağaç merkezli tatbikatları gibi hamlelere rağmen Ankara hâlâ NATO’ya güvenmekte, bu ise stratejik kararları geciktirmektedir. Oluşan bu jeopolitik kuşatma artık klasik değil; stratejik, asimetrik ve psikolojik düzeyde ilerleyen bir abluka halini almıştır. Türkiye’nin bu tabloyu henüz bütüncül bir stratejik yaklaşımla karşıladığı söylenemez. Bu tablo, yalnızca klasik silahlanmayla değil, asimetrik ve psikolojik caydırıcılıkla da kırılmak zorundadır. Bugün Türkiye’nin iç cephesinde istikrarsızlık, moral bozukluğu ve güvensizlik hakimdir. Kamuoyu 2016 Mart’ında 400 üzerinde şehit vererek PKK terör örgütüne karşı kazanılan ‘’hendek savaşlarından’’ sonra terörün kökü kazındığı halde yeni bir açılım sürecinin ve paralelinde yeni anayasa çalışmalarının neden başladığını anlamış değildir. Buna karşılık Suriye’de onbinlerce PKK uzantısı, ABD ve İsrail komutası altındaki PYD/YPG varlığından ciddi endişe içindedir. Kuzeyde özellikle Romanya’nın gönüllü ve hevesli vekillik rolü sonucu Rusya’ya karşı NATO oldu bittileri ve hatta ters bayrak operasyonlarına açık durumdayız. Benzer şekilde Azerbaycan’ın İsrail ile her geçen gün gelişen stratejik ilişkisi Türkiye’de haklı olarak endişeye neden olmaktadır. Batıda Yunanistan’ın Dedeağaç’ta ABD liderliğinde -açıkça ilan edilmese de- Türkiye karşıtı Europe Defender 2025 tatbikatına seyirci kalmaktan öteye gidememiş haldeyiz. Mavi Vatan’da 2020 Kasım ayından bu yana tamamen geri çekilmiş, tüm sismik ve sondaj faaliyetlerine ara vermiş durumdayız. Kısacası fiziki şartlar 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi konjonktüründen farklı da olsa, sosyo psikolojik ortamda ve toplumda ciddi bir kuşatılmışlık ve iç cephede bölünmüşlük psikolojisi hakimdir.

İçerde söz konusu karanlık tabloya rağmen bu tabloyu yaratan ABD hegemonyası da kendi içindeki finans kapital temsilcisi küreselciler ile Önce Amerika diyen MAGA’cılar arasındaki rekabet ortamında kriz eşiğindedir. Ancak her iki gruba da öncelikle küreselciler olmak üzere İsrail yanlısı Siyonistler ve Evanjelistler hakimdir. Mayıs ayı içinde Los Angeles’te yağmaya ve iç savaş provasına dönüşen anti- ICE ayaklanmalarında ulusal muhafızlar dışında yıllar sonra ilk kez deniz piyade birlikleri kullanılmıştır. Bazı eyaletler ayrılma söylemleri içindedir. Trump’a Ocak 2025’te gösterilen güven bugün çok gerilere düşmüştür. Soğuk Savaş sonrasında kurallara dayalı uluslararası düzenin lideri olarak görülen ABD, Gazze’deki soykırıma varan insanlık dışı uygulamalara sessiz kalmaya devam etmekte, bazı senatörler Gazze’ye nükleer bomba atalım diyecek kadar ileri gitmekte; 13 Haziran 2025’te İsrail’in İran’a uluslararası hukuku yok sayarak gerçekleştirdiği saldırıya destek vererek ve 22 Haziran’da doğrudan İran’a hava saldırısı düzenleyerek 1945 sonrası kurulan sistemin meşruiyet temelini toptan ve kökten sarsmaya devam etmektedir. ABD adeta eski düzeni kendi elleri ile yıkarak yeni kurulacak düzenin alt yapısını oluşturmaktadır. Kosova, Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Ukrayna ve son olarak İran’daki müdahaleleriyle uzun süredir sorgulanan ABD, bugün ne barış yapıcı ne de güvenilir bir arabulucu olarak görülmektedir. Bu savaşlar ve gerilimler Amerikan gücünün tarihsel gerilemesini hızlandıran dönüm noktaları olmuştur. ABD’de bugün ekonomik ve askeri zayıflama iç içe geçmiş durumdadır: 36,2 trilyon doları aşan kamu borcu, gerileyen imalat sanayi, donanmadaki küçülme, Ukrayna, Yemen ve İran savaşları yüzünden azalan –özellikle hava savunma– füze stokları, insan gücü krizleri ve derinleşen iç kutuplaşma, bu çözülme sürecini hızlandırmaktadır. Washington artık ne Ukrayna’da ne de İran’da kriz yönetebilecek ve kendi iradesini dayatabilecek durumdadır. ABD’de devletin en önemli kurumları başta Kongre ve CIA olmak üzere neocon ve Siyonistlerin kontrolündedir. Bu yapılar hükümet kontrolü dışında hareket edebilmektedir. İsrail’in ABD içinde özellikle finans kapital güç üzerinden satın almadığı ya da Epstein dosyaları üzerinden şantaj ile tehdit etmediği siyasetçi ya da kanaat önderi az sayıdadır. Diğer yandan ABD, bugün için Çin’e karşı ekonomik denge bir yana gerek Güney Çin Denizi gerekse Tayvan Boğazında özellikle deniz harekât ortamında denge kurma kapasitesini kaybetmiştir. Bu gerileme tablosunun karşısında Rusya ve Çin ekseninde yükselen Avrasya güçleri, stratejik iş birliklerini derinleştirmektedir. Her ne kadar Hindistan özellikle Pakistan ile mayıs ayında yaşadığı kısa süreli çatışma sonrası Avrasya güçleri yerine ABD ve İsrail’e yakınlaşmaya başlasa da BRICS ve Şanghay İş birliği Örgütü gibi Batı dışı kurumsal yapılar küresel güney nezdinde daha etkili hale gelmektedir. İran artık Batı’ya güvenini tamamen kaybetmiştir. Rusya ve Çin ile askeri yakınlaşma ve nükleer silah geliştirme seçenekleri ciddi biçimde gündemdedir. Bu çerçevede 2025 Haziran ayında yaşanan 12 gün savaşında İsrail’in İran karşısında yıllardır üzerine inşa ettiği “yenilmezlik miti” çökmüş; İran en gelişmiş balistik sistemlerini dahi kullanmadan İsrail’e ağır hasar verebilmiştir. Bu savaşta ilk kez ateşkes isteyen taraf İsrail olmuş, bu da ciddi bir psikolojik kırılma yaratmıştır. Öte yandan Batı’nın savunma teknolojileri de şöhretlerini kaybetmektedir. Patriot, THAAD ve Demir Kubbe gibi sistemler, yoğun füze saldırıları karşısında yetersiz kalmıştır. Başarı oranları medya ve propaganda aracılığıyla abartılmış, Hayfa Limanı, Ben Gurion Havalimanı gibi stratejik merkezlerdeki zafiyetler sansürle gizlenmiştir. Gerçek maddi hasar yüz milyarlarca şekeli bulmasına rağmen kamuoyuna açıklanmamaktadır. Diğer yandan IAEA, BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar istikrar ve barışı korumak yerine giderek finans kapital ve kolektif batı çıkarlarının taşıyıcısına dönüşmüş, kurumsal meşruiyetleri zedelenmiştir. Güç mücadelesinde konvansiyonel yöntemler yerine unortodoks, teknoloji eseri suikast saldırıları ya da 13 tonluk bomba taşıyan B2 bombardıman uçakları ile yapılan ve seçilen Fardow gibi hedeflere fiziki etkisinden çok psikolojik etkisi yüksek gösterişli saldırılar gündeme oturmuştur. Bu gelişmelere rağmen İsrail ve ABD taktik başarılar kazansa da stratejik düzeyde gerileme yaşamışlardır. ABD, bir süper güç refleksiyle değil, bir taşeron gibi savaş tetikleyicisi rolüne bürünmüş; İran ise diplomasiyi, moral üstünlüğü ve jeopolitik uyumu ön plana çıkararak savaşın asıl kazananı konumuna yükselmiştir. Yaşanan bu gelişmeler yalnızca batı Asya’nın değil, küresel güç dengesinin de dönüşümünü hızlandıracaktır. ABD desteğini her geçen gün kaybeden NATO’nun içi boşalmakta, ekonomisi pahalı enerji ve endüstrisizleştirme üzerinden zayıflayan Avrupa Birliği stratejik özne olmaktan uzaklaşmakta, ABD ise liderlik ve meşruiyet üretemeyen bir güç olarak çöken bir hegemonun eşgüdümsüz ve panik içinde hareket eden bir varlığına dönüşmektedir. ABD’nin küresel askeri varlığının ekonomik maliyeti de artık sürdürülemez hale gelmiştir. Ulusal bütçe üzerindeki bu baskı, sosyal harcama taleplerinin yükselmesiyle birlikte dış politika seçeneklerini sınırlayan bir faktör haline gelmiştir. Kamu borcu/milli gelir oranları, faiz yükleri sürdürülemez bir noktaya erişiyor. Doların rezerv para konumunun........

© Veryansın TV