Yapay Zeka ve Dijital Çağdan Post-Dinler Çağına: İnsanlığın 21. Yüzyıldaki Epistemolojik ve Ontolojik Dönüşümü
21. yüzyılın başlarında insanlık, teknolojik, bilişsel ve kültürel dönüşümlerin eşiğinde bulunmaktadır. Bu dönüşüm süreci yalnızca ekonomik veya siyasi sınırlarla tarif edilemeyecek kadar derindir; epistemolojik, etik ve ontolojik temelleri de yeniden tanımlamaktadır. Yapay zekâ, dijitalleşme, biyoteknolojik gelişmeler ve transhümanist yaklaşımlar gibi unsurlar, bireyin kendilik bilinciyle birlikte toplumun kolektif bilincini de dönüştürmektedir. Bu dönüşümün en önemli yönlerinden biri, bilgiye erişim ve bilginin üretim biçimlerinin temelden değişmesidir. Floridi’nin (2014) ifadesiyle, insanlık “infosfer” adını verdiğimiz dijital bilgi evreninde yaşamaya başlamıştır. Bu infosfer, klasik bilgi anlayışını radikal biçimde dönüştürerek bireyin bilgiyle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlamıştır.
Bu bağlamda, söz konusu dönüşüm yalnızca teknolojik bir ilerleme olarak değil, aynı zamanda felsefi, kültürel ve teolojik düzeyde bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. Yapay zekâ, bilgi üretiminde özerk bir aktör haline gelirken; dijital teknolojiler, bireylerin anlam arayışlarını da etkileyen yapılar haline gelmektedir. Bilginin algoritmik sistemlerle filtrelendiği ve sunulduğu bir dünyada birey, hakikatle olan ilişkisini artık kendi deneyimlerinden değil, makine tarafından seçilmiş veri akışları üzerinden kurmaktadır. Bu durum, epistemolojik bağlamda “post-hakikat” çağını beraberinde getirmekte; bireyin özne olarak bilgiye hâkimiyeti yerini algoritmaların yönettiği pasif bir tüketici konumuna bırakmaktadır. Böylece bilgiye ulaşmanın demokratikleştiği algısı, aslında derin bir dijital yönetişim ve gözetim sistemine dönüşmektedir.
Bilgi Çağı olarak adlandırılan dönem, klasik bilgi üretim biçimlerinin ötesinde bir paradigma sunmaktadır. Artık bilgi, yalnızca akademik çevrelerde veya belirli uzmanlık alanlarında değil, küresel düzeyde dijital platformlar aracılığıyla üretilmekte ve tüketilmektedir. Bu durum, bilgiye ulaşımın demokratikleştiği yönünde bir umut yaratmakla birlikte, algoritmik sansür, veri tekelleşmesi ve yapay zekâ tarafından yönlendirilen bilgi akışlarının denetimi gibi yeni problemleri de beraberinde getirmiştir. Zuboff’un (2019) ortaya koyduğu gibi, gözetim kapitalizmi, bireyin dijital izlerini takip ederek onu hem ekonomik hem de davranışsal olarak denetlenebilir bir özneye dönüştürmektedir. Böylece bilgi yalnızca güç değil, aynı zamanda denetim aracına da dönüşmektedir.
Bu yeni düzende bilginin üretimi, tüketimi ve doğruluğu algoritmalar tarafından şekillendirilmekte, bireyin eleştirel düşünme becerileri zayıflamaktadır. Yapay zekâ tabanlı arama motorları ve sosyal medya platformları, bireylerin neyi görüp neyi görmeyeceğine karar vermekte ve bu durum bireyin düşünce özgürlüğünü görünmez biçimde sınırlamaktadır. O’Neil (2016), bu algoritmik sistemleri “matematiksel yıkım silahları” olarak tanımlayarak, söz konusu yazılımların toplumsal eşitsizliği nasıl yeniden ürettiğine dikkat çekmektedir. Bilgiye erişimin kolaylaşması, onun doğruluğuna olan güveni artırmamış; aksine hakikatle kurulan ilişkinin parçalanmasına neden olmuştur. Bu bağlamda bilgi, yalnızca bir nesne değil, aynı zamanda bir iktidar aracıdır ve bu iktidarın yeni sahibi dijital platformları yöneten yapay zekâ sistemleri olmaktadır.
Yapay zekâ teknolojilerinin yalnızca teknik gelişmeler olarak değerlendirilmesi, bu sistemlerin insan yaşamı üzerindeki dönüştürücü etkilerini görmezden gelmek olur. Günümüzde yapay zekâ sistemleri, sağlık, hukuk, eğitim ve güvenlik gibi temel alanlarda karar alma süreçlerine dahil edilmektedir. Bu süreç, insan iradesi ile algoritmik özerklik arasındaki sınırları bulanıklaştırmakta; karar alma yetkisinin insandan makinaya doğru geçişini gündeme getirmektedir. Russell ve Norvig (2020), yapay zekânın gelişimini “akıllı ajanların” rasyonel karar verme süreçleri olarak tanımlasa da, bu sistemlerin kültürel, etik ve politik bağlamda ne tür sonuçlara yol açabileceği hâlâ tartışmalıdır. Yapay zekâ, yalnızca bir araç değil; bireyin yaşam tarzını, dünya görüşünü ve toplumsal rollerini yeniden şekillendiren bir yapıdır.
Özellikle sağlık sektöründe yapay zekâ destekli tanı sistemleri, doktorların yerini almaya başlamıştır. Ancak bu sistemler, insanın duygusal, etik ve değer temelli karar alma biçimlerini taklit edememekte; bu durum ise teknolojinin insan deneyimini nesneleştirdiği eleştirilerini beraberinde getirmektedir. Kurzweil’in (2006) öne sürdüğü “tekillik” (singularity) kavramı, yapay zekânın gelişiminin öyle bir noktaya ulaşacağını ve insan zekâsını aşacağını savunur. Bu öngörü gerçekleştiğinde, insanın varoluşsal statüsü, klasik anlamda Tanrı ile özdeşleştirilen bir gücün artık makinelere geçmesiyle sarsılacaktır. Bu sarsıntı yalnızca bilimsel değil; ontolojik, epistemolojik ve hatta teolojik bir kriz olarak da yorumlanabilir. Çünkü insan, artık doğa tarafından belirlenmiş bir varlık değil; kendi doğasını yeniden inşa edebilen bir özne haline gelmektedir.
Transhümanizm, insanın biyolojik sınırlarını aşarak yeni bir varlık düzeyine evrilmesini öngören bir felsefi ve teknolojik harekettir. Bu düşünce biçimi, yalnızca bilimsel yenilikleri değil, aynı zamanda insanın anlam arayışındaki evrimi de kapsamaktadır. Transhümanist düşünürler, insanın bilişsel ve fiziksel sınırlarını aşma çabasını bir özgürlük ve ilerleme ideali olarak görürler. Bedenin geliştirilebilir ve dönüştürülebilir bir araç olarak değerlendirilmesi, klasik........
© Turkish Forum
