menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

TÜRKİYE’DE 21. YÜZYILDA DEMOKRATİK GERİLEME VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM

9 0
19.08.2025

Bu dönüşüm, yalnızca bir “rejim değişimi” olarak değil, aynı zamanda bir “toplumsal dönüşüm süreci” olarak ele alınmalıdır.

Siyasal toplum bilimi perspektifinden bakıldığında, Türkiye’nin deneyimi, modernleşme ile otoriterleşme arasındaki gerilimleri, küreselleşme ile ulusal kimlik siyasetinin çelişkilerini ve genç kuşakların özgürlük talepleriyle geleneksel siyasal yapılar arasındaki çatışmaları anlamak açısından verimli bir zemin sunmaktadır (Somer, 2022).

Burada, Türkiye’nin 2000 sonrası siyasal ve toplumsal dönüşümünü, siyasal toplum biliminin teorik çerçevesi üzerinden incelemesi ve özelliklede şu sorulara yanıt bulmakta iyi olacaktır:
• Türkiye’de kurumsal erozyonun temel dinamikleri nelerdir?
• Ekonomik krizler ve gelir dağılımı eşitsizliği toplumsal yapıyı nasıl dönüştürmektedir?
• Genç kuşakların siyasal değerleri ve katılım biçimleri, demokratikleşme açısından ne ifade etmektedir?
• Adalet krizi ve hukukun üstünlüğü ilkesinin aşınması, siyasal rejimin geleceğini nasıl etkilemektedir?
• AK Parti iktidarının İslamcı ideolojik evrimi ve dış politika yönelimleri, iç siyasetteki otoriterleşmeyi nasıl pekiştirmektedir?
• Alternatif bir demokratikleşme modeli olarak “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” ne ölçüde çözüm sunabilir?

Bu sorular etrafında yürütülecek bir analiz, Türkiye’nin güncel siyasal-toplumsal yapısını anlamanın ötesinde, demokratikleşme ve otoriterleşme literatürüne de katkı sağlayacaktır..

2.1. Siyasal Toplum Biliminin Kapsamı

Siyasal toplum bilimi (political sociology), siyaset bilimi ile sosyolojinin kesişiminde yer alan, iktidar ilişkilerini toplumsal yapılar, sınıflar, kimlikler ve kurumlarla birlikte analiz eden bir disiplindir (Bottomore, 1993). Bu disiplin, özellikle devlet-toplum ilişkilerini, demokratikleşme süreçlerini ve otoriter rejimlerin toplumsal dinamiklerini anlamak açısından kritik bir yöntemsel çerçeve sunmaktadır.

Türkiye örneği, siyasal toplum bilimi açısından tipik bir “geçiş toplumu” vakasıdır. Modernleşme ve küreselleşme süreçleri, geleneksel kimlikler ve dini değerlerle iç içe geçerek siyasal rejimi şekillendirmektedir. Bu nedenle Türkiye, hem demokrasi literatürü hem de otoriterleşme literatürü içinde önemli bir konuma sahiptir (Keyman & Aydın-Düzgit, 2021).

2.2. Otoriterleşme Kuramları

Otoriterleşme literatürü, Türkiye’nin siyasal dönüşümünü açıklamak için en yaygın kullanılan çerçevedir.
• Rekabetçi Otoriterlik: Levitsky ve Way (2010), seçimlerin sürdüğü fakat adil rekabetin bozulduğu rejimleri “rekabetçi otoriterlik” olarak tanımlar. Türkiye, 2010’lu yıllardan itibaren bu kategoriye uygun bir örnek olarak değerlendirilmektedir (Esen & Gümüşçü, 2020).
• Kurumsal Erozyon: Linz ve Stepan (1996), demokratikleşmenin yalnızca seçimlerle değil, aynı zamanda kurumsal yapıların istikrarı ile sağlanabileceğini vurgular. Türkiye’de yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge mekanizmalarının zayıflaması, bu bağlamda kritik bir göstergedir.
• Popülist Otoriterlik: Mounk (2018), popülist liderlerin halk desteğini kullanarak kurumsal denge-denetim mekanizmalarını aşındırdığını belirtir. Türkiye’de Erdoğan liderliğinde gözlemlenen süreç, bu teoriyle de açıklanabilir.

2.3. Toplumsal Direnç ve Kamusal Alan

Otoriterleşme süreçleri, yalnızca siyasal kurumların değil, aynı zamanda toplumsal dinamiklerin de şekillendirdiği süreçlerdir. Habermas’ın (1989) “kamusal alan” teorisi, demokratikleşmenin sivil toplum ve özgür tartışma ortamları üzerinden güçlenebileceğini savunur. Türkiye’de özellikle Gezi Parkı protestoları (2013), genç kuşakların ve sivil toplumun kamusal alanı nasıl sahiplendiğinin önemli bir örneği olarak değerlendirilebilir (Yörük, 2023).

2.4. Ekonomi Politik ve Siyasal Meşruiyet

Siyasal toplum bilimi, siyasal rejimlerin ekonomik performansla ilişkisini de inceler. Lipset’in (1959) klasik argümanı, ekonomik kalkınma ile demokrasinin paralel ilerlediğini savunurken, çağdaş çalışmalar ekonomik krizlerin otoriterleşmeyi hızlandırabileceğini göstermektedir (Przeworski et al., 2000). Türkiye’de 2000’lerin ilk on yılındaki ekonomik büyüme, AK Parti’ye toplumsal destek sağlarken; 2013 sonrası ekonomik krizler, rejimin meşruiyetini zayıflatmıştır (Öniş, 2023).

2.5. İdeoloji, Kimlik ve İslamcılık

Türkiye’nin siyasal dönüşümünü anlamak için ideolojik çerçeve de önemlidir. Siyasal İslam, AK Parti iktidarıyla birlikte devlet politikalarının merkezine taşınmış, bu süreç toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmiştir (Yavuz, 2018). Aynı zamanda dış politikada “Yeni Osmanlıcılık” yönelimi, iç siyasetteki ideolojik dönüşümle paralel ilerlemiştir (Taşpınar, 2021).

3.1. Kurumsal Erozyon Kavramı

Demokrasilerin sağlıklı işleyişi, yalnızca seçimlerin düzenli yapılmasına değil; aynı zamanda kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, denge-denetim mekanizmaları ve temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasına bağlıdır (Linz & Stepan, 1996). Ancak son yıllarda birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de “kurumsal erozyon” (institutional erosion) olgusu giderek belirgin hale gelmiştir. Kurumsal erozyon, mevcut demokratik kurumların biçimsel olarak varlığını sürdürmesine rağmen, işlevselliğinin giderek azalması ve otoriter bir yönetim tarzının kurumsallaşması anlamına gelir (Bermeo, 2016).

Türkiye’de kurumsal erozyonun en belirgin boyutları;
1. Yargının bağımsızlığının aşınması
2. Yasama organının işlevsizleşmesi
3. Seçim sistemindeki adaletsizlikler
4. Medya ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması
5. Sivil toplumun baskı altına alınması
şeklinde sıralanabilir.

3.2. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Kuvvetler Ayrılığı Sorunu

2017 Anayasa referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’nin siyasal rejiminde köklü bir dönüşüm yaratmıştır. Parlamenter sistemin yerine geçen bu modelde, yürütme yetkisi tamamen Cumhurbaşkanında toplanmış, yasama organı olan TBMM’nin denetim kapasitesi büyük ölçüde sınırlandırılmıştır (Özbudun, 2019).

Klasik parlamenter sistemlerde yürütme, yasamanın güvenine bağlı olarak görev yaparken; Türkiye’deki yeni modelde Cumhurbaşkanı hem devletin hem de hükümetin başı konumuna gelmiştir. Bu durum, kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelemiş ve fiilen tek adam yönetimine dayalı bir rejimin ortaya çıkmasına yol açmıştır (Somer, 2022).

Nitekim uluslararası karşılaştırmalı çalışmalar, Türkiye’nin 2018 sonrası dönemde “yarı-demokratik” veya “hibrit rejim” kategorisinden çıkarılarak “rekabetçi otoriterlik” sınıfına dahil edildiğini göstermektedir (Freedom House, 2023; Esen & Gümüşçü, 2020).

3.3. Yargı Bağımsızlığının Zayıflaması

Yargı, demokratik rejimlerin temel güvencesidir. Ancak Türkiye’de özellikle 2010 sonrası süreçte yargının bağımsızlığı ciddi biçimde zayıflamıştır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanmasında yürütmenin etkisinin artması, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) siyasal iktidara bağımlı hale gelmesi, yargı üzerinde yoğun bir siyasal baskı yaratmıştır (Keyman & Aydın-Düzgit, 2021).

Özellikle Gezi Parkı protestoları (2013), 17–25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları (2013), 15 Temmuz darbe girişimi (2016) ve sonrasındaki OHAL uygulamaları, yargının iktidar tarafından araçsallaştırıldığının çarpıcı örnekleridir. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun raporları, Türkiye’de yargının bağımsızlığının ciddi biçimde aşındığını ve bunun demokratik standartlarla bağdaşmadığını vurgulamaktadır (Venice Commission, 2023).

3.4. Seçim Sistemi ve Demokratik Meşruiyet

Türkiye’de seçimler düzenli olarak yapılmakta, ancak seçimlerin adil ve eşit koşullarda gerçekleşip gerçekleşmediği yoğun tartışmalara konu olmaktadır. Seçim barajının uzun süre  gibi yüksek bir seviyede tutulması, küçük partilerin parlamentoda temsil edilmesini zorlaştırmıştır. Ayrıca iktidar yanlısı medya üstünlüğü, devlet kaynaklarının seçim kampanyalarında yoğun biçimde kullanılması ve YSK kararlarının tarafsızlığının tartışmalı hale gelmesi, seçimlerin rekabetçi otoriterlik koşullarında gerçekleştiğini göstermektedir (Esen & Gümüşçü, 2020).

2023 seçimlerinde muhalefetin geniş bir ittifakla girmesine rağmen Cumhurbaşkanlığı seçiminde başarısız olması, yalnızca toplumsal kutuplaşmanın derinliğini değil, aynı zamanda seçim süreçlerindeki kurumsal eşitsizlikleri de gözler önüne sermiştir (Somer, 2022).

3.5. Medya Özgürlüğünün Kısıtlanması

Basın özgürlüğü, demokrasinin temel direklerinden biridir. Ancak Türkiye, uluslararası basın özgürlüğü endekslerinde son yıllarda sürekli gerilemektedir. Sınır Tanımayan Gazeteciler’in 2023 raporuna göre Türkiye, 180 ülke arasında 165. sırada yer almaktadır (RSF, 2023).

Ana akım medyanın büyük kısmının hükümete yakın sermaye gruplarının kontrolüne geçmesi, bağımsız gazetecilerin cezai soruşturmalara maruz kalması ve internet üzerinde sansür uygulamalarının yaygınlaşması, kamusal tartışma ortamını daraltmıştır. Bu durum, Habermas’ın (1989) tanımladığı “kamusal alan”ın işlevsizleşmesine ve demokratik kültürün zayıflamasına yol açmıştır.

3.6. Sivil Toplumun Baskı Altına Alınması

Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, özellikle 2010 sonrası süreçte yoğun denetim ve baskılara maruz kalmıştır. Dernekler Kanunu ve Vakıflar Kanunu üzerinden getirilen düzenlemeler, hükümete yakın olmayan sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini zorlaştırmıştır (Yörük, 2023).

Bunun en önemli örneklerinden biri, Osman Kavala davasıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tahliye kararlarına rağmen Kavala’nın serbest bırakılmaması, Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ilkesinden uzaklaştığını ve sivil toplumu susturmaya çalıştığını göstermektedir (Council of Europe, 2022).

3.7. Kurumsal Erozyonun Siyasal ve Toplumsal Sonuçları

Kurumsal erozyonun en önemli sonucu, toplumda “güven krizinin” derinleşmesidir. İnsanlar yargıya, seçimlere ve medyaya güven duymadıkça, demokratik sistemin meşruiyeti de zayıflamaktadır. Nitekim KONDA’nın 2022 araştırmasına göre, toplumun yalnızca '’si yargıya güvendiğini belirtmiştir.

Bu güven kaybı, otoriterleşmenin toplumsal zemininin oluşmasına yol açarken; aynı zamanda genç kuşaklarda demokrasi talebini güçlendiren bir etki de yaratmaktadır. Böylece paradoksal bir biçimde, kurumsal erozyon süreci bir yandan rejimi otoriterleştirirken, öte yandan toplumsal düzeyde demokratikleşme taleplerini de tetiklemektedir.

4.1. Türkiye Ekonomisinin 2000 Sonrası Dönüşümü

2000’li yılların başında Türkiye, ciddi bir ekonomik krizden çıkmış ve IMF destekli yapısal reform programlarıyla yeniden büyüme sürecine girmiştir. 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), bu reformların sağladığı makroekonomik istikrarın siyasi meyvelerini toplamış ve özellikle 2002–2007 arasında ortalama %7’ye yaklaşan büyüme oranları elde etmiştir (Öniş & Kutlay, 2017).

Bu dönemde enflasyonun düşmesi, yabancı sermaye girişlerinin artması ve AB sürecine bağlı yapısal reformlar, ekonomik büyümeyi desteklemiştir. Ancak bu büyümenin “ithalata dayalı ve krediye bağımlı” niteliği, kırılgan bir ekonomi yarattı (Erdem & Kaya, 2020).

2008 küresel finans krizi Türkiye’yi sınırlı ölçüde etkilerken, 2013 sonrasında dış sermaye girişlerinin azalması ve siyasal risklerin artmasıyla birlikte ekonomik istikrarsızlık belirginleşmeye başladı.

4.2. 2013 Sonrası Ekonomik Kırılganlık

2013 yılı Türkiye ekonomisi açısından bir dönüm noktasıdır. Gezi Parkı protestoları, 17–25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ve küresel sermaye hareketlerindeki değişim, ekonomik güven ortamını zedelemiştir (Yılmaz, 2021).

2016’daki darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL süreci, yabancı yatırımcı güvenini ciddi biçimde sarsmıştır. Türk Lirası’nda hızlı değer kaybı, yüksek enflasyon ve işsizlik sorunları ekonomik kırılganlıkları artırmıştır.

Ayrıca 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi, ekonomi yönetiminde öngörülebilirliği azaltmıştır. Özellikle Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yitirmesi, faiz politikalarının siyasi müdahalelerle belirlenmesi, enflasyonun kontrolden çıkmasına neden olmuştur (Atiyas, 2022).

4.3. Enflasyon ve Yaşam Maliyeti Krizi

Türkiye’de 2021 sonrası süreçte yüksek enflasyon, halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen en önemli sorun haline gelmiştir. TÜİK verilerine göre resmi enflasyon 2022’de p’e yaklaşırken, bağımsız araştırma grupları (ENAG) bu oranın 0’nin üzerinde olduğunu raporlamıştır.

Gıda fiyatlarındaki artış, kira krizi ve enerji maliyetlerinin yükselmesi, toplumun geniş kesimlerinde “yaşam maliyeti krizi” yaratmıştır. Bu durum özellikle orta sınıfın erimesine yol açarken, alt gelir gruplarındaki yoksulluğu da derinleştirmiştir (World Bank, 2023).

Toplumda “ekonomik adaletsizlik” algısı güçlenmiş, sosyal yardımlara bağımlı bir kitle oluşmuştur. AK Parti iktidarı, bu bağımlılığı seçim stratejisinin bir parçası olarak kullanmış, ancak uzun vadede bu durum kurumsal sosyal devlet mekanizmalarının zayıflamasına yol açmıştır (Buğra & Keyder, 2020).

4.4. İşsizlik ve Gençlerin Gelecek Kaygısı

Türkiye’de işsizlik oranı resmi verilere göre –12 arasında seyretse de, genç işsizlik oranı ’nin üzerine çıkmıştır. Üniversite mezunlarının iş bulmakta zorlanması, genç kuşaklarda ciddi bir “gelecek kaygısı” yaratmaktadır (KONDA, 2022).

Bu durum, yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal sonuçları olan bir olgudur. Gençler arasında artan göç etme eğilimi, beyin göçünü hızlandırmış; yurtdışında yaşamak isteyen gençlerin oranı `’lara ulaşmıştır (Metropoll, 2021). Bu eğilim, rejimin meşruiyet krizini derinleştiren önemli bir faktördür.

4.5. Gelir Dağılımı ve Sosyo-Ekonomik Kutuplaşma

Ekonomik krizler, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri artırmıştır. TÜİK verilerine göre Türkiye’de Gini katsayısı 2010’da 0.38 iken 2022’de 0.41’e yükselmiştir. Bu artış, gelir eşitsizliğinin toplumsal........

© Turkish Forum