menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Siyasi Liderlikte, “Ben Değil Biz”: Kapsayıcı Liderlik Söylemiyle Toplumsal Mobilizasyon ve Ulus İnşası – Atatürk Örneği Üzerinden Disiplinlerarası Bir İnceleme

17 10
04.08.2025

Modern siyasal tarih, liderlerin kullandığı söylemlerin toplumların yönelimini, duygularını ve kolektif kimliklerini ne denli etkilediğini defalarca göstermiştir. Özellikle kriz dönemlerinde veya devletin kurucu anlarında liderlerin “ben” merkezli değil, “biz” merkezli bir dil kullanması; halkla duygudaşlık kurmayı, meşruiyet üretmeyi ve ortak bir geleceğe yönelik kolektif vizyon yaratmayı mümkün kılar. Bu bağlamda, kapsayıcı liderliğin en önemli dayanağı olan “biz” söylemi, yalnızca bir hitabet biçimi değil, aynı zamanda bir siyasal etkileşim, psikolojik aidiyet ve kültürel temsil biçimi olarak ele alınmalıdır. “Biz” dili; toplumda dışlayıcı, ötekileştirici ve çatışmacı ayrımları azaltarak bütünleştirici bir çerçeve sunar.

Kapsayıcı liderlik anlayışının söylem, davranış ve örgütlenme biçimleriyle ulus-devlet inşası üzerindeki etkisini anlamak ve Atatürk örneği üzerinden bu süreci disiplinlerarası bir bakışla analiz etmektir. Antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, psikoloji ve felsefe gibi alanlar, liderin söylem gücünün yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda kültürel, tarihsel ve psikolojik bağlamlarla nasıl şekillendiğini anlamada bize çok yönlü araçlar sunar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün kullandığı “biz” merkezli dil; halkı sadece siyasi bir özneye değil, aynı zamanda ortak bir kimliğe sahip yurttaşlar topluluğuna dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, sadece bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bir kolektif benlik inşasıdır.

Atatürk’ün liderliğinde olduğu gibi, “ben değil biz” anlayışıyla kurulan her söylem; bir halkı sadece yönetmekle kalmaz, onu tarihsel olarak birleştirir, dönüştürür ve kurar.

1.1 “Ben”den “Biz”e: Kapsayıcı Liderlik Anlayışının Temelleri

Türkiye özelinde düşünüldüğünde, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet devrimi, sadece bir siyasi rejim değişikliği değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm, kültürel reform ve ulusal bilinç inşası süreci olarak da değerlendirilmelidir. Atatürk’ün kullandığı kapsayıcı dil, kurumsal yapılanma tercihleri ve eylem pratikleri, bugün dahi Türkiye’nin siyasal ve toplumsal mimarisinde güçlü bir referans noktası oluşturmaktadır. Bu bağlamda, onun liderliğini yalnızca tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda kapsayıcı söylem ve eylem modeli olarak da yeniden analiz etmek gerekmektedir.

1.2 Türkiye Örneği ve Atatürk’ün Başarısının Anahtarı

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliği, klasik karizmatik liderlik tanımlarının ötesine geçen, dönüştürücü (transformational) liderlik modeli olarak nitelendirilmektedir. Weberyen karizma kavramının ötesinde, Atatürk’ün liderliği halkın güvenini kazanan, onları eğiten, dönüştüren ve motive eden bir yapıya sahiptir. Bu nedenle, onun başarısını yalnızca karizmatik özelliğine değil, kurumsal akla dayalı yönetim anlayışına, kapsayıcı politikalarına ve geleceğe yönelik vizyonuna bağlamak daha isabetli olacaktır.

Atatürk’ün başarı anahtarlarından biri, söylem ve eylem tutarlılığıdır. “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi ilkeler sadece dış politikayı değil, iç barışı da inşa eden birer stratejik mesajdır. O, milleti farklı etnik, mezhebi veya sınıfsal kimliklere göre ayrıştırmak yerine, tüm bireyleri eşit yurttaşlık temelinde bir araya getirmeye çalışmıştır. Bu çaba, onun “biz” söylemini sadece retorik bir araç olarak değil, toplumsal birlik üretme stratejisi olarak kullandığını gösterir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, bir yandan askeri bir zafer olarak değerlendirilse de, asıl zafer toplumsal dönüşümün başarılmasıdır. Latin harflerinin kabulünden kadınlara seçme hakkının verilmesine, eğitim reformundan laikliğe geçişe kadar birçok reformun ardında kapsayıcı ve dönüştürücü bir söylem vardır. Atatürk’ün milleti örgütleme başarısı, bir ideolojik baskıdan değil, ortak bir vizyon etrafında birleştirici bir dil geliştirmesinden kaynaklanmaktadır. O, toplumun farklı katmanlarına hitap edebilen ve her bireyin kendini “milletin bir parçası” olarak hissetmesini sağlayan bir lider olmuştur.

2.1 Felsefi ve Siyasi Teorik Yaklaşım

Toplum sözleşmesi düşüncesi, liderlik ve yurttaşlık kavramlarının felsefi kökenlerini anlamada önemli bir temel sunar. Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürler, bireylerin ortak güvenlik ve düzen karşılığında özgürlüklerinin bir kısmını devlete devrettiklerini savunurlar. Bu çerçevede liderlik, yalnızca bir otorite figürü değil, aynı zamanda kolektif iradeyi temsil eden bir aracı konumundadır. Rousseau’nun “genel irade” (volonté générale) kavramı, Atatürk’ün halkçılık ilkesi ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Atatürk de, ulusun egemenliğini bireylerin haklarına saygı temelinde tanımlamış ve liderliği bu iradenin uygulayıcısı olarak konumlandırmıştır (Rousseau, 1762/2005).

Atatürk’ün siyasi söyleminde “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi, özgür fikirli, sorgulayıcı ve düşünsel birey merkezli bir halk egemenliği anlayışını yansıtır. Bu ifade, yalnızca hukuki bir ilke değil, aynı zamanda siyasal eylem planının etik dayanağıdır. Bu perspektiften bakıldığında, Atatürk’ün liderliği, Max Weber’in “karizmatik otorite” tanımının ötesinde, kurumsallaşmış ve rasyonel bir siyasal düzenin kurucusu olarak görülmelidir (Weber, 1947). Liderin söylemi, halkı yalnızca etkilemek için değil, onlarla birlikte yeni bir siyasal özne yaratmak içindir. Bu, klasik “lider-destekçi” ilişkisinden ziyade, liderle halk arasında bilinçli bir sözleşme ilişkisini ortaya koyar.

Ayrıca, Atatürk’ün laiklik anlayışı, devletin din üzerindeki etkisini sınırlamakla kalmamış, aynı zamanda bireyin ahlaki ve siyasal özerkliğini de güçlendirmiştir. Bu durum, Immanuel Kant’ın “aydınlanma” tanımıyla doğrudan ilişkilendirilebilir. Kant’a göre bireyin kendi aklını kullanma cesareti göstermesi aydınlanmadır (Kant, 1784/2009). Atatürk’ün eğitim reformları, kadının kamusal alana çıkması ve hukuk düzeninin laikleşmesi gibi politikaları, bireyin kamusal rasyonaliteye katılımını artırmaya dönük rasyonel projelerdir. Böylece, liderliğin amacı yalnızca yönetmek değil, toplumu bilinçlendirmek, özgürleştirmek ve kurumsallaştırmaktır.

2.2 Kitle Psikolojisi ve Sosyal Psikolojik Temeller

Kitle psikolojisi, bireyin grup içindeki davranışsal dönüşümünü inceleyen bir disiplindir. Gustave Le Bon’un öncülüğünü yaptığı bu yaklaşım, liderin kalabalık üzerindeki etkisini anlamada temel bir çerçeve sunar. Le Bon’a göre birey, kalabalık içinde rasyonel düşünme yetisini kısmen kaybeder ve duygularla yönlendirilir (Le Bon, 1896). Bu çerçevede lider, grubun duygularını yönlendirebilen, ortak hedefler yaratabilen ve toplumsal birlik duygusunu inşa edebilen figür olarak tanımlanır. Atatürk, bu yönüyle sadece bir askeri komutan değil, aynı zamanda kolektif ruhu organize eden bir “psikolojik mimar” olarak öne çıkar.

Atatürk’ün Nutuk’taki söylemi, yalnızca geçmişin muhasebesini yapmakla kalmaz; aynı zamanda kitlelerin zihinsel haritasını yeniden kurar. “Millet” kavramını etnik veya mezhepsel aidiyetten çok ortak tarih, kader ve kültür üzerinden tanımlar. Bu tanım, grup kimliği inşasında sosyal psikoloji bağlamında Henri Tajfel’in “Sosyal Kimlik Teorisi” ile örtüşmektedir. Tajfel’e göre grup üyeliği, bireyin benlik algısını etkiler ve biz duygusu güçlendikçe grup içi dayanışma artar (Tajfel & Turner, 1986). Atatürk’ün söylemi, bireyleri ortak bir millet kimliği içinde yeniden konumlandırarak, psikolojik olarak bir “biz bilinci” üretmiştir.

Ayrıca Atatürk’ün liderlik tarzı, James MacGregor Burns’un “dönüştürücü liderlik” (transformational leadership) kuramıyla da örtüşür. Bu modele göre lider, takipçilerini yalnızca mevcut durumu korumaya değil, onları dönüştürmeye ve geliştirmeye yönlendirir (Burns, 1978). Atatürk, bu anlamda halkı pasif bir nesne olarak değil, reform süreçlerinin aktif öznesi olarak görmüştür. Onun liderliği, halkın eğitim düzeyini yükseltmek, haklarını öğretmek ve katılımcı yurttaşlık bilincini geliştirmek üzerine inşa edilmiştir. Bu yaklaşım, kitleleri korkuyla değil, umutla harekete geçiren kapsayıcı bir vizyonun yansımasıdır.

2.3 Söylem Teorisi ve Eleştirel Söylem Analizi

Siyasi liderlik söylemlerinin analizi için söylem kuramı vazgeçilmez bir teorik araçtır. Michel Foucault, söylemi yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir “güç ilişkisi” olarak tanımlar. Söylem, toplumsal gerçekliği inşa eder; liderin ne söylediği değil, nasıl söylediği ve hangi anlam sistemini inşa ettiği önemlidir (Foucault, 1972). Atatürk’ün “Türk milleti” söylemi, yalnızca etnik değil; tarihsel, kültürel ve hukuki bir inşa sürecini içerir. Bu yönüyle, dil aracılığıyla bir ulus inşa etme sürecinin parçasıdır.

Reisigl ve Wodak’ın geliştirdiği Tarihsel Söylem........

© Turkish Forum