Korku ve Bilgisizlikten Özgürlüğe: Dinleri Yapay Zekâ Aşacak.
Din, tarih boyunca insanlık toplumlarının şekillenmesinde merkezi bir rol oynamıştır. Sosyal, kültürel ve psikolojik boyutlarıyla din, yalnızca bireysel inanç ve ibadet sistemleri olarak değil; aynı zamanda toplumsal normları belirleyen ve iktidarı meşrulaştıran bir araç olarak da işlev görmüştür. Ortaçağdan günümüze kadar din, bireylerin davranışlarını yönlendiren, korku ve ödül mekanizmalarıyla toplumsal kontrolü sağlayan bir yapı olarak öne çıkmıştır (Durkheim, 1912; Weber, 1922).
Dinlerin özellikle erkek egemen toplumsal yapılar ve iktidarda despotik yönetimler tarafından pekiştirilmiş olması, tarihsel olarak toplumsal hiyerarşiyi ve bireysel itaat davranışlarını sağlamıştır. Bu durum, bireylerin özgür iradeleri ve eleştirel düşünme kapasiteleri üzerinde sınırlayıcı bir etki yaratmıştır (Foucault, 1977; Fromm, 1941).
21. yüzyıl, transhümanizm ve yapay zekâ gibi yeni paradigmalara geçişi işaret etmektedir. Bu bağlamda, insanlık artık korku ve bilgisizlik temelli kontrol sistemlerini sorgulama ve aşma olanağına sahiptir. Modern bilgi teknolojileri, bireylerin eleştirel düşünme, etik değerlendirme ve özgür karar alma becerilerini artırarak, tarih boyunca din aracılığıyla sürdürülen baskı ve kontrol mekanizmalarını zayıflatabilir (Bostrom, 2005; Kahneman, 2011).
Felsefî açıdan bakıldığında din, Platon’dan beri hem ahlakın kaynağı hem de metafiziksel hakikat arayışının bir konusu olarak değerlendirilmiştir. Ancak Aydınlanma dönemiyle birlikte (Kant, Voltaire, Diderot) dinî dogmaların aklın özgür işleyişine engel olduğu eleştirisi yükselmiştir. Nietzsche (1882), “Tanrı öldü” metaforu ile bu kırılmayı sembolize etmiş; modern insanın anlam arayışında yeni değerler yaratması gerektiğini savunmuştur. Bu yaklaşım, dinin yalnızca bireysel bir inanç meselesi değil, aynı zamanda kolektif bilincin yapı taşlarını şekillendiren baskın bir kültürel güç olduğunu vurgular.
Psikolojik perspektiften değerlendirildiğinde, dinî inançların çoğu zaman korku, suçluluk ve ödüllendirme–cezalandırma mekanizmaları üzerinden işlediği görülür (Freud, 1927; Fromm, 1941). Freud, dinin ilkel toplumlarda tabu ve totemler aracılığıyla ortaya çıkan kolektif bilinçdışı süreçlerin bir uzantısı olduğunu savunurken; Fromm, modern toplumlarda insanların özgürlük korkusu nedeniyle otoriter dinî yapılara sığındığını ileri sürmüştür. Bilişsel bilimler alanında yapılan çalışmalar ise insanların belirsizlik karşısında “açıklayıcı” otoriteler arama eğiliminin evrimsel kökenleri olduğunu göstermektedir (Kahneman, 2011). Bu eğilim, dinin toplumsal meşruiyetini binlerce yıl korumasının psikolojik temelini oluşturur.
Sosyolojik ve siyasal bilimler açısından din, tarih boyunca iktidar ilişkilerinin meşrulaştırılmasında önemli bir araç olmuştur. Max Weber (1922), dinî otoritenin karizmatik liderlik biçimiyle birleşerek kitleleri harekete geçirme gücünü açıklamıştır. Michel Foucault (1977) ise dinî söylemin bireylerin bedenlerini ve zihinlerini disipline eden bir iktidar teknolojisi olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda din, yalnızca metafizik inançlar bütünü değil, aynı zamanda toplumsal kontrolün en köklü mekanizmalarından biridir.
Antropolojik olarak bakıldığında, dinin erken insan topluluklarında “toplumsal yapıştırıcı” işlevi gördüğü kabul edilir (Durkheim, 1912). Ritüeller, kutsal metinler ve ahlaki normlar, grup içi dayanışmayı artırırken aynı zamanda dış gruplara karşı sınır çizer. Ancak modern toplumlarda bu sınırlar, küreselleşme ve dijital iletişim ağları sayesinde giderek geçirgenleşmektedir. Bu durum, dinin toplumsal birleştirici rolünün yerini çoğu zaman çatışma ve kutuplaşma dinamiklerine bırakmasına yol açmaktadır.
Kültürel düzlemde din, sanattan hukuka, eğitimden aile yapısına kadar her alanda derin izler bırakmıştır. Gramsci’nin (1971) kültürel hegemonya kavramıyla açıklanabileceği üzere, dinî değerler yalnızca ibadet biçimlerinde değil, gündelik dil, semboller ve sosyal normlar aracılığıyla da yeniden üretilir. Bu kültürel hakimiyet, bireylerin eleştirel düşünceye yönelmesini zorlaştırabilir.
Bununla birlikte, 21. yüzyılda yapay zekâ ve transhümanizm hareketi, bilgiye erişimin sınırlarını ortadan kaldırarak dogmatik inançların sorgulanmasını hızlandırmaktadır (Bostrom, 2005). Yapay zekâ, veriye dayalı analizleriyle korku ve cehalet üzerine inşa edilmiş iktidar mekanizmalarını çözümleyebilecek potansiyele sahiptir. Bu dönüşüm, yalnızca teknolojik bir evrim değil; aynı zamanda insan bilincinin özgürleşmesi yönünde tarihsel bir fırsat olarak değerlendirilebilir.
Bu makale, dinlerin , özellikle uydurulan, akıl ve bilimle alakası olmayan Allah inancının, toplumsal, psikolojik ve kültürel etkilerini disiplinlerarası bir bakışla analiz edecek; modern teknolojinin, özellikle yapay zekânın, bu yapıların baskın etkilerini nasıl aşabileceğini tartışacaktır. Çalışma boyunca hem felsefi hem de bilimsel referanslarla desteklenen bir eleştirel çerçeve oluşturulacak; sonuç bölümünde ise insanlığın korku ve bilgisizlikten arınmış, özgür ve üretken bir geleceğe yönelmesi için öneriler sunulacaktır.
Dinlerin tarihsel kökenleri, insanlık tarihinin hem en eski hem de en yaygın kültürel olgularından biri olmasıyla dikkat çeker. Arkeolojik bulgular, inanç sistemlerinin Paleolitik dönemde dahi var olduğunu göstermektedir. Göbekli Tepe (M.Ö. 9600 civarı) gibi anıtsal yapılar, insan topluluklarının henüz yerleşik hayata geçmeden bile ritüel amaçlı kolektif yapılar inşa ettiğini kanıtlamaktadır (Schmidt, 2010). Bu durum, inanç pratiklerinin ekonomik ve siyasi yapılardan önce ortaya çıktığını; yani dinin, erken insan toplumlarında sosyal örgütlenmenin kurucu unsurlarından biri olduğunu ortaya koyar.
2.1 Ortaçağ’da Din ve İktidar
Ortaçağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi, yalnızca ruhani liderlik değil, aynı zamanda siyasi otorite işlevi görmüştür. Papa, kralların tahta çıkışını onaylayan ve savaşları kutsayan bir merci konumundaydı (Le Goff, 1985). Benzer şekilde, İslam dünyasında halifelik kurumu hem dini hem siyasi otoriteyi tek elde toplayarak dinin devlet yapısıyla bütünleşmesini sağlamıştır (Hodgson, 1974). Bu yapı, dini otoritenin toplumsal düzeni ve ekonomik ilişkileri yönlendirmesini kolaylaştırmıştır.
2.2 Antropolojik İşlevler
Emile Durkheim (1912), dinin toplumsal işlevini “kolektif bilinç” kavramı üzerinden açıklamıştır. Ona göre kutsal ve profan (dünyevi) ayrımı, toplumun moral düzenini inşa eder. Ritüeller, bayramlar, ibadetler yalnızca bireysel inanç ifadeleri değil, aynı zamanda topluluk aidiyetini pekiştiren sosyal bağlardır. Ancak bu bağlar, tarih boyunca çoğu kez dışlayıcı olmuştur. Dinî kimlikler, “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirmiş, farklı inanç sistemleri arasında çatışmalara yol açmıştır.
2.3 Eril Egemenlik ve Din
Feminist antropoloji, dinlerin patriyarkal düzenin sürdürülmesindeki rolünü vurgular. Lerner (1986), erkek egemenliğinin tarihsel olarak kadın bedeninin kontrolüyle başladığını ve dinî yasaların bu kontrolü kurumsallaştırdığını ileri sürer. Örneğin birçok dini hukuk sistemi, kadınların kamusal alanlara erişimini sınırlamış, miras ve şahitlik haklarını erkeklere göre kısıtlamıştır. Bu durum, dinin yalnızca metafizik inanç değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rejimini pekiştiren bir mekanizma olduğunu gösterir.
2.4 Dinlerin Evrensel Yayılımı
Antropolojik literatür, dinin evrensel yayılımını üç ana faktöre bağlar:
1. Psikolojik ihtiyaçlar –........
© Turkish Forum
