“Kurulmak İstenen Federe Saltanat Gölgesinde: Cumhuriyetin Yorgunluğu ve 6 Ok Temelli Demokratik Yeniden İnşaası İhtiyacı”
Kurulmak İstenen Federe Saltanatın Gölgesinde
Türkiye, yüz yıl önce imparatorluk külleri arasından bir cumhuriyet doğurdu. O cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda modern yurttaşlığın, eşitlik fikrinin ve egemenliğin kaynağının “millet” olduğu bir siyasal devrimdi. Bugün ise, aynı topraklarda, “federe saltanat” gibi tarihsel ve kuramsal olarak imkânsız bir melez sistemin adı fısıldanıyor. ABD Ankara Büyükelçisi’nin “Türkler için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir” ifadesi, sadece diplomatik bir gaf değil; aynı zamanda Türkiye’nin yönünü yeniden tanımlamak isteyen yerli ve yabancı çıkarların ortak tahayyülüdür.
Bu tahayyül, cumhuriyetin temelini oluşturan halk egemenliği ilkesini “etnik ve mezhepsel paylara” bölerek, ulusal birliğin yerine “çoklu itaat” rejimini ikame etmeye çalışır. Erdoğan’ın “devlet şekli Arap, Türk ve Kürtlerden oluşmalıdır” sözüyle, Bahçeli’nin “Türk başkan, yardımcıları Alevi ve Kürt olmalıdır” önerisi birleştiğinde ortaya çıkan tablo, ulus-devletin yerine kimlik temelli bir federasyon değil; kimliklerin hiyerarşik olarak dizildiği bir yarı-feodal federe devlet tasarımıdır.
Bu tür bir sistemin en tehlikeli yanı, demokratik temsilin yerini atanmış kimliksel payların almasıdır. Yani artık birey değil, kimlik konuşur; yurttaş değil, “unsur” müzakere eder. Böylece Cumhuriyet’in en temel kazanımı ve eşit yurttaşlık siyasal sistemin dışına atılır.
Bu “federe saltanat” arayışı, ne tesadüfî ne de yeni bir heves. Cumhuriyet’in kurumsal direncinin zayıfladığı, yargının bağımsızlığını kaybettiği, muhalefetin iktidarla simbiyotik bir ilişki kurduğu bir tarihsel momentte ortaya çıkıyor. Yani, siyasal düzenin ideolojik boşluğuna yerleşen bir tür yeni-Osmanlı restorasyon fantezisi.
Ne var ki, bu fantezinin toplumsal temeli yoktur. Halk, ne Arap ne Türk ne de Kürt olarak “devletleşmek” ister; halk, güven, adalet ve refah ister. Ancak siyasal elitler, meşruiyet krizini kimlik mühendisliğiyle çözebileceklerine inandıkça, Cumhuriyet’in seküler yurttaşlık sözleşmesi her gün biraz daha aşınmaktadır.
İşte tam bu aşınma noktasında, “sarı muhalefet” dediğimiz fenomen belirir. Cumhuriyet’in değerlerini savunması beklenen partiler, aynı sistemin devamı için sessiz ortaklık kurar. İmamoğlu’nun, Bahçeli’ye dair “ön görülü büyük devlet adamı” ifadesine partisinden tek bir itiraz gelmemesi, bu sessizliğin resmî onayıdır. Böylece iktidarın siyasal tahayyülüne muhalefet değil, adaptasyon üretilir.
Cumhuriyet, işte tam da bu adaptasyonun kurbanıdır.
Bugün “federe saltanat” tartışması, bir siyasi mizah malzemesi değil; rejimin evrildiği yönün açık bir göstergesidir. Cumhuriyetin sonu, bir darbeyle değil, yavaş yavaş kurumsal çürüme, muhalefetsizlik ve kimliksel bölünme yoluyla geliyor.
Cumhuriyetin Yorgunluğu: Kurumsal Erozyonun Anatomisi
Cumhuriyet’in yorgunluğu bir anda başlamadı; bu bir çürümenin kronolojisidir. Devletin kurucu ilkeleri; laiklik, hukukun üstünlüğü, liyakat ve ulusal egemenlik birer birer aşındırılırken, sistemin dışarıdan değil içeriden dönüştürüldüğü bir sürece tanıklık ettik. Yani bu bir yıkım değil, uzun vadeli bir kurumsal deformasyon projesidir.
2000’li yılların başında demokratikleşme, Avrupa Birliği ve reform söylemleriyle başlayan süreç, kısa sürede “tek adam rejiminin kurumsal mimarisi”ne evrildi. İktidar, meşruiyetini seçimlerden değil, kutuplaştırmadan türeten bir yapıya dönüştü. Kutuplaşma, sadece toplumsal bir bölünme değil, aynı zamanda iktidarın varoluş koşulu hâline geldi.
Yargı, bu süreçte iktidarın siyasal ajandasına eklemlendi. Bağımsızlık değil, bağlılık esas alındı. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, “koordinasyon” adı altında fiilen tasfiye edildi. Yargı reformu vaatleri, birer propagandadan ibaret kaldı.
Böylece cumhuriyetin “anayasal öznesi” olan yurttaş, hak arama mekanizmalarının dışına itildi. Artık adaletin kaynağı hukuk değil, siyasal sadakatti.
Parlamento da aynı kaderi paylaştı. Yasama, yürütmenin onay makamına indirgenince, denge-denetim mekanizmaları kâğıt üzerinde kaldı. Milletvekilliği, toplumu temsil etme işlevinden çok, parti hiyerarşisi içinde konum kazanma aracına dönüştü. Bu yapıda halk, yalnızca seçim dönemlerinde hatırlanan bir meşruiyet dekoru hâline geldi.
Bürokrasi ise, liyakat sisteminin yıkılmasıyla birlikte, iktidarın ideolojik organına dönüştü. Devletin hafızası silindi; kurumsal gelenek yerine sadakat kültürü yerleştirildi. Her bakanlık, her kurum, sanki iktidar partisinin yan kuruluşuymuş gibi yönetildi.
Bu durum, sadece verimliliği değil, devletin tarafsızlığını da yok etti. Devlet, artık bir “ortak zemin” değil, bir “parti mekanizması”na dönüşmüştü.
Ekonomik düzlemde de bu erozyon sürdü. “Kalkınma” adı altında uygulanan politikalar, devletin sosyal sorumluluğunu piyasaya devretti. Kamu çıkarı, özel çıkarın kılığına girdi. İhale sistemi, kamu kaynaklarını yandaş sermayeye aktarmanın kurumsal aracına dönüştü.
Bu nedenle : Cumhuriyetin ekonomik temeli olan kamusal denge, yerini neoliberal kleptokrasiye bıraktı.
Bu tablo, aslında klasik bir otoriterleşme süreci değil. Türkiye’de yaşanan şey, post-demokratik bir rejim dönüşümüdür: Formlar demokratik, işleyiş otokratiktir. Sandık var, ama temsil yok; hukuk var, ama adalet yok; kurumlar var, ama işlevleri yok.
Cumhuriyet hâlâ kâğıt üzerinde mevcut, ama içeriği boşaltılmış durumda.
Bu boşlukta, “federe saltanat” gibi kavramların konuşulabilmesi şaşırtıcı değildir. Çünkü cumhuriyetin kurumsal bağışıklık sistemi çöktüğünde, her türden tarihsel fantezi yeniden dolaşıma girer. “Millet sistemi”, “yerli-milli model”, “bölgesel özerklik” gibi söylemler, aslında aynı krizin semptomlarıdır: Cumhuriyetin siyasal enerjisi tükenmiştir.
Ve bu tükenişin en büyük sorumlusu yalnızca iktidar değildir. Zira hiçbir iktidar, karşısında gerçek bir muhalefet olmadan bu kadar derin bir dönüşüm gerçekleştiremezdi. Cumhuriyet’in yorgunluğu kadar, muhalefetin sessizliği de bu tablonun belirleyici unsurudur.
Sarı Muhalefet: Direnişin Estetiği Yerine Konforun Siyaseti
Cumhuriyetin en büyük trajedilerinden biri, iktidarın otoriterleşmesinden çok, muhalefetin buna gönüllü seyirci oluşudur. Türkiye’de muhalefet, giderek “iktidarın meşruiyet alanını genişleten” bir figür hâline gelmiştir. Bu nedenle, bugünün siyasal düzeni iki başlı değildir; tersine, tek merkezli ama çok katmanlı bir rızalar koalisyonu şeklinde işler.
Bu koalisyonun en görünür halkası, halkın gözünde hâlâ “ana muhalefet” olarak konumlanan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Ancak partinin son on yıldaki stratejik hattı, muhalefet etme kapasitesini değil, “uyum sağlama becerisini” öne çıkarmıştır. CHP’nin politikası, iktidarı dönüştürmek değil, onunla “geçinilebilir bir denge” kurmaktır.
Bu yaklaşımın en çarpıcı örneği, partinin içinden veya çevresinden yükselen hiçbir eleştirinin sistemsel nitelik kazanmamasıdır. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne karşı yapılan eleştiriler bile, rejimin kendisini değil, işleyiş biçimini hedef alır. Yani itiraz, rejimin ilkesine değil, verimliliğine yöneliktir.
Bu tür bir muhalefet, iktidarın otoritesini sarsmaz; aksine, onun “meşru ve sürekli” bir yönetim biçimi olduğunu tesciller. Çünkü muhalefet, alternatif değil, tamamlayıcı rol üstlenmiştir.
CHP’nin kimi söylemlerinde görülen “devlet aklına dönüş” vurgusu da bu eğilimin yansımasıdır. Devletin halktan değil, halkın devletten kaynaklandığı fikri, cumhuriyetin değil, bürokratik otoriterliğin özüdür. Oysa cumhuriyet, tam tersine, devleti yurttaşın hizmetine indirgeyen devrimci bir kopuştu. Bugün bu kopuş, “devlet aklı” adı altında yeniden bastırılıyor.
Bu durum yalnızca ideolojik bir savrulma değil, pratik bir uyum stratejisidir. Çünkü sistem içi muhalefet, rejimle kavga ederek değil, onun içinde pay alarak yaşamını sürdürür. Bu nedenle, “sarı muhalefet” terimi yalnızca bir metafor değil, bir tanı koyma biçimidir: Bu muhalefet grev yapar gibi görünür ama üretim durmaz; protesto eder ama düzen değişmez; eleştirir ama iktidarın temellerine dokunmaz.
İmamoğlu’nun Bahçeli’ye dair “ön görülü büyük devlet adamı” ifadesi ve bu sözün parti içinde hiçbir karşıt yankı bulmaması, aslında bu ruh hâlinin kurumsallaşmış hâlidir. Burada sessizlik, onaydan daha derindir; çünkü sessizlik, siyasal tahayyülün yokluğudur.
Bu tür bir muhalefet, halkın öfkesini kurumsal konfora çevirir. Böylece muhalif kitleler, “değişim talebi”ni bir tür kimliksel aidiyet duygusuna indirger. Seçim dönemi geldiğinde “sandıkta hesap sorma” söylemiyle mobilize edilen toplumsal enerji, seçim sonrası hızla sönümlenir.
Gerçek muhalefet, iktidarın kurduğu oyunu oynamak değil, oyunun kurallarını değiştirmektir. Ancak Türkiye’de muhalefet, oyun değiştirici değil, oyunu sürdürücü rolü üstlenmiştir.
Bu yüzden, “federe saltanat” gibi politik fanteziler kamuoyunda yer bulabiliyor. Çünkü sistemde gerçek bir karşı söylem kalmamıştır.
Cumhuriyet’in muhalefet anlayışı, bir zamanlar “hakikatle iktidar arasındaki mesafe”yi korumaktı. Bugünse muhalefet, iktidarın gölgesinde var olmaktan razı. Bu durum, günümüzdeki siyasal sistemin sadece çürümüşlüğünü değil, toplumsal muhalefetin ideolojik yoksullaşmasını da ortaya koyuyor.
Kısacası, iktidar otoriterdir; muhalefet konformisttir. Bu iki eğilim birleştiğinde ortaya çıkan sonuç, rızayla tahakküm rejimidir. Halk, bu rejimin hem öznesi hem nesnesi hâline gelir.
Bu sessiz........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon