menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hukuk devrimi, asla Batı hukukunun yozlaştırılması olamaz-2

22 1
12.07.2025

Diğer

12 Temmuz 2025

Desen: Tan Oral

Bundan önceki yazımda ülkemizin Japonlar gibi Batı hukukunu değil, yalnızca bu hukukun ürünü olan yasaları aldığına, hukuku, hukuk bilimini almaksızın, bu bilimin meyvesi olan yasaları almanın hukuku nasıl yozlaştırdığına değinmiştim.

Bugün ise, bunun üzücü, hukuku yörüngesinden çıkartıcı sonuçlarına değinmek istiyorum.

Her şeyden önce şu nokta asla unutulmamalıdır: Ahlaksal bir varlık olan insanın en büyük kaygısı, “İNSAN KALARAK İNSANCA YAŞAMAK / YAŞAYABİLMEK”tir.

İnsan ise, ilkin fizik ve kimyanın konusu cansız varlıklarla, ardından biyolojinin konusu canlı varlıklarla, daha sonra ortak organlara sahip olduğu hayvan biliminin (zooloji) konusu hayvansal varlıklarla ve en sonunda da, insanı insan kılan bilim, felsefe, hukuk, ahlak ve sanatın konusu değerlerle yaşar ve bu değerleri ne denli özümserse, o denli insanlaşır.

Bu arada böylelikle adaletli bir düzen kurarak toplumsal barışı gerçekleştirir, insan.

Eğer insan, bu ülkülerden yoksun ise, aslında doğarken yaşlıdır; yaşarken ise, insanlığını çoktan yitirmiştir.

Böylesi yitik bir yaşamda, kuşkusuz en ağır sorumluluk ve görev, hukukçulara düşmektedir: Her şeyden önce insanca yaşamayı ve adalete dayanan barışı gerçekleştirmek.

İşte bu nedenlerle, hukuk disiplini, aslında her insanı düşündürmen, düşünmeye zorlayan bir kavramlar, terimler denizi, dolayısıyla çok zengin bilim dallarından biridir.

Dolayısıyla bu hukuk kavramlarını iyi özümseyip içselleştirememiş biri, yargıç, savcı, avukat gibi bir meslek sahibi bile olsa, asla doğru hukuk uygulaması yapamaz, adil bir düzeni de kesinlikle gerçekleştiremez.

Eğer böyle biri, adalet dağıtmaya kalkışırsa, pek çok Dreyfus davasının yaşanması kaçınılmaz olur, olacaktır.

Bu yüzden hiçbir toplum, dolayısıyla Türk toplumu da, asla Fransız toplumunun hiç mi hiç unutamadığı Dreyfus davalarını yaşamaya asla zorlanmamalıdır.

Çünkü bilinmelidir ki, her yargılama yanılgısı, insanı insan olmaktan çıkaran bir yıkımdır.

Nitekim “Büyüklük olmadan Fransa olmaz” diyen General de Gaulle bile, anılarına kendi kuşağının “Fachoda’nın yitirilmesi, toplumsal uyuşmazlıklar, dinsel ayrışmalar ve de Dreyfus Davası ortamında yetiştiğini” belirterek başlamıştır (Mémoires de Guerre, l’Ap­pel, 1940-1942, Paris, 1954, s. 5, 6).

Unutulmamalıdır ki, insan olarak doğmak kolay, ama toplum içinde insan olmak, insanca yaşamak ve de insan kalmak, aslında çok güçtür. Nitekim yüzyılların deneyimi yargılama etkinliği konusunda şunu ortaya koymuştur: İster sanık, ister mağdur olsun, toplum içinde yaşayan her insanın acısını, ancak doğru ve adalete denk düşen bir yargılama sonucu kurulan “yargı” (hüküm) dindirebilmektedir.

Bu yüzden de son yüzyılda benimsenen bütün anayasalarda hemen hemen “hakkını arama özgürlüğü” anayasal boyutta benimsenmiştir. Dolayısıyla bizde de (m. 36).

Öyleyse şimdi sorumuzu yüksek sesle soralım ve yanıtlamaya çalışalım: Peki, Batı hukukunu almamış olsa bile, Batı yasalarını alan Türkiye, gerçekten Batı hukukuna göre, doğru ve adalete denk düşen bir yargılama sonucu “yargı”lar kurarak hak arama özgürlüğünü gerçekleştirebilmiş, insanlarının acısı dindirebilmiş bir ülke midir?

Büyük harflerle itiraf edelim ki, ASLA.

Çünkü ülkemiz hukuk uygulamasında yaşananlar, şu somut gerçeği ortaya koymaktadır: Türkiye, uygulamada Batı hukukunda yeterince, yargılama hukukunda ise hiçbir zaman başarılı olamamıştır.

Bu sonuç ve tanıya, yalnızca ben ulaşmış değilim. Yirminci yüzyılın en büyük hukukçularından vede düşünürlerinden biri olan, eleştirilerini bile sesini yumuşatarak dile getiren, suça karşı toplum savunmasını suçlunun tehlikeliliği temeline dayandırdığı “Yeni Toplumsal Savunma” öğretisi, ders kitaplarında okutulan Marc An­cel’in ulaştığı yargı da ne acıdır ki, böyledir: “Zanardelli Ceza Yasası, Türk uygulamasında önemli yozlaşmalara uğramıştır(Ancel, Marc, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).

Aslında bu konuda Marc Ancel, yalnız değildir.

Merhum Hocam Prof. Dr. Faruk Erem, yargıç ve savcı öğrencilerini güç durumda bırakmamak için ilke olarak makamlarında onları ziyaret etmez, ziyaret etmek zorunda kaldığında ise hiç oturmaz, ikram kabul etmezdi.

Hocam Erem, Yargıtay’daki daireme uğradığı bir gün Belçika Kongosu’ndan Prof. Bolongo’nun “Zaire Özel Ceza Hukuku” (Droit pénal spécial zaïrois, Paris, 1985) adlı yapıtını masamın üzerinde görünce çok merak etmişti.

Kitabı kendisine vermiştim.

Kitap, bir süre kendisinde kalmıştı.

Bolongo’nun kitabını getirdiği gün hocam, hemen ilk kez masamın önündeki sandalyeye oturdu ve yine ilk kez “Bana bir kahve söyle” dedikten sonra “Uygulamada Zaire bizi geçmiş. Yıllarca ders okuttuğum insanlar, bilimi uygulamaya hiç yansıtmadılar. Nerede hata yaptım diye kendimi sürekli sorguya çekiyorum” dedi.

Çok üzgün olan ve hukuk uygulamasında umduğu noktalara erişememenin sıkıntısını yaşayan hocamı teselliye çalışmıştım, elbette.

Yine Türk suç hukuku alanında pek çok kitaplar yazan, incelemeler yapan, Merhum Kunter’den sonra genel suç kuramını ve suçun öğelerini İtalyan kaynaklarına göre ayrıntılı biçimde ilk kez ele alan yazarlarımızdan Merhum Prof. Dr. Sahir Erman da aynı kanıdaydı.

Gerçekten Erman, İtalya’da konuk öğretim üyesi olarak ders verdiği 1983 yılında, Roma Hukuk Fakültesinde öğretim üyelerinin de hazır bulunduğu bir salonda Yargıtay’ımızın seçilmiş içtihatlarından örnekler sunarak kaynağımız olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın ülkemizde nasıl uygulandığını anlatan bir konuşma yapmıştır. Ancak bu konuşma dinleyicileri öylesine şaşırtmış ve sarsmıştır ki, daha sonraları Adalet Bakanlığı ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı da yapmış olan Prof. Giovanni Battista Conso (1922-2015), dinleyiciler adına bu uygulamaya adeta başkaldırırcasına şunları söylemiştir: “Sizin hukuk fakültelerinizde suç (ceza) hukukunun en sıradan temelleri öğretilmiyor mu ki yargıçlarınız, Yargıtay’ınız, bu türden yadırganası kararlar veriyor!?”

Merhum Erman Hoca, Dördüncü Ceza Dairesi Başkanlığı görevimi sürdürürken bu anısını yazdığı bir mektupla bana da iletmiş, besbelli ki, hukukta son sözleri söyleyeceklerden biri olarak sorumluluğumun ağırlığını anımsatmak gereğini duymuştu.

Ancak Hoca, bununla da yetinmemiş, hukukçuları uyarmak için, daha sonraları bu olayı, basında yayımlanan bir yazısıyla ölümünden bir yıl önce kamuoyuna da duyurmuştur (Yargıtay’da Neler Oluyor? Milliyet, 28.1.1995).

Bu konuda yaşadığım düşündürücü bir başka olay da şudur: Yıl, 1993. Tarihi, Eski Tunç Çağı’na (MÖ 3000) dek uzanan, İskenderiye ile birlikte düşünce tarihinin ilk iki büyük kitaplığından birinin bulunduğu, bilim ve sanatın merkezi, Pergamon Krallığı’nın (MÖ 282-133) başkenti Bergama’da uluslararası bilimsel bir toplantıdayız.

Toplantıya Almanya Wuppertal Eyalet Mahkemesi Başkanı Dr. Klaus Wiese de katılmış ve bana Türk mahkemelerinde yapılan duruşmaları izlemek istediğini söylemişti.

O dönemdeki unvanıyla ilçe savcısını aradım. Konuk yargıcın asliye hukuk, ağır ceza ve asliye ceza mahkemelerinde sürdürülen duruşmaların özellikle son oturumlarına katılması konusunda yardımcı olmasını söyledim.

Katıldığının ertesi günü Alman meslektaşıma izlenimlerini sordum. Bu konuda konuşmakta çok isteksiz görünüyordu. En sonunda düşüncelerini yazacağı bir mektupla bana ulaştıracağını söyledi.

Nitekim Almanya’ya döner dönmez de, Başkan Dr. Klaus Wiese, izlenimlerini yazdı.

Özetle Alman........

© T24