menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Suriye iç savaşı sonrası Türkiye dış politikası: Quo vadis? - I

14 5
13.01.2025

Diğer

Konuk Yazar

13 Ocak 2025

2024’ün son çeyreği Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde tüm yılı unutulmaz kılan, hızlı ve çok önemli gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmeler gerek dünya siyasetinde gerekse Orta Doğu’da, 2011’de Arap ayaklanmalarıyla başlayan bir dönemin kapandığına dair güçlü işaretler taşıyor. Burada elbette kesin bir sonlanmadan söz etmiyorum. Daha çok 2011’den bu yana özellikle Orta Doğu’da etkili olan dinamik ve belirsizliklerin yerini, yeni -ya da yenilenmiş- aktör, gündem ve süreçlerle birlikte yeni belirsizliklerin alması söz konusu. Benzer bir şekilde Rusya’nın zayıfladığı; Çin’in, AB’nin ve tek tek büyük Avrupa devletlerinin farklı sorunlarla boğuştuğu, rekabetin yoğunlaştığı bir küresel konjonktürde Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesi ve daha görevi devralmadan ortaya attığı hafife alınamayacak gündemler, küresel siyasette yeni bir dönemin başladığının ilk işaretleri. Peki Türkiye’nin dış politikası Suriye’deki devlet inşası sürecinin çok ötesinde geçeceği şimdiden belli olan bölgesel değişimlere ve küresel belirsizliklere hazır mı? Gerek hâlihazırda dış politikaya yön veren öncelikler, gerekse bir bütün olarak dış politikanın toplum yararı odaklı bir yönelim çerçevesinde kurgulanması bakımından tablo pek öyle görünmüyor. Dış politikada kriz yönetimi ve en yakın vadedeki sorunların istikrarsız da olsa, hızlı iş birlikleriyle çözümüne odaklanmış, al-ver siyaseti (transactionalism) temel perspektif olmaya devam ediyor. Türkiye’nin sadece etrafındaki tehditlere odaklanmayan, kısa vadedeki değişimlerden etkilenmemesi gereken, koşullar değiştiğinde B, C planlarıyla yürürlükte tutulabilen, alternatif stratejiler içeren, tüm toplumun refah ve güvenliğini hedefleyen bütüncül bir dış politika yönelimi (orientation) var mı? Bu sorunun yanıtına epeydir ‘‘vardır ve şudur’’ diye bir yanıt veremiyoruz. Dahası, bu sorunun muhalefet tarafından da esaslı bir şekilde sorulduğunu da duymuyoruz.

Ekim ayının başında, henüz Suriye’de rejim değişikliğine dair pek bir emare yokken, hükûmet Türkiye’nin önümüzdeki süreçte dış politikasını belirleyecek yaşamsal önemde bir tehditle karşı karşıya olduğunu iddia etmişti. Buna göre İsrail’in Gazze Savaşı’nı Lübnan ve Suriye topraklarına doğru genişletmesiyle birlikte Türkiye, İsrail’den yönelen sıcak bir saldırı tehdidi altına girecekti. Muhalefetin talebi üzerine meclisin kapalı oturumunda mesele tartışıldığında böyle bir akut bir tehdidin olmadığı, aslında iç siyaset için kurgulanan bir söylemle karşı karşıya olunduğu anlaşıldı. Bugün net bir şekilde görüyoruz ki İsrail tehdidi iddiası bölgede yaşanacak değişimlerle birlikte içeride Kürt meselesinde atılacak riskli adımlara meşruiyet yani toplum rızası elde etmeyi amaçlayan siyasî bir hamleydi. Gerçekte hükûmet Suriye’deki rejim değişikliği için ABD ve İsrail ile uyum içinde hareket etmekteydi. Bu uyum sayesinde Suriye iç savaşı çok değil bir sene önce Ankara’nın hayal dahi edemeyeceği şekilde radikal İslamcı muhaliflerin zaferiyle sonuçlandı. Hükûmet Suriye’de yeni yönetim üzerinde en etkili aktör olarak Rusya ve İran’ın yerini almaya talip oldu. Peki Ankara Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üzerinde belirli bir süre etki kurabilmenin ötesinde gerçekten nüfuz sahibi, söz geçiren bir konuma yerleşebilir mi? Rusya’nın çekilmesinin ardından bölgeyi biçimlendirme gücü olan ABD ve Avrupa ülkeleriyle ilişkileri Ankara’ya bu alanı açar mı? Ya da soruyu şöyle soralım: Türkiye’nin bir bütün olarak Batı ile ilişkilerindeki bozulma ve belirsizlikler Suriye’deki amaçlarını nasıl etkiler? Ankara, Suriye’yi şekillendirmeye talipken kendisini IŞİD’le mücadeleye indirgenmiş, askerî bir rolle sınırlanmış durumda bulabilir mi? Bu iki bölümlü yazıda hükümet açısından başarılı ve avantajlı görünen mevcut tablonun Türkiye için önemli riskler barındırdığını, bu riskleri alıştığı 'al-ver' mantığıyla idare etmenin, hükûmeti hem bölgede nüfuz sahibi bir aktör olmaktan hem de uzun vadeli, güvenlik ve refah odaklı bir dış politika kurgulamaktan alıkoyduğunu tartışmaya çalışacağım.

Türk dış politikasında 2024, Suriye’deki gelişmelerden önce aslında kayıp bir yıldı. Bu durum bir ölçüde küresel siyasetin gidişatını belirleyen iki savaşın seyrindeki belirsizliklerden kaynaklanıyordu. Ukrayna’nın 2024 bahar aylarından itibaren Batı’nın artan hava desteği sayesinde Rusya karşısında avantajlı bir duruma geçmesi ve savaşın Rus topraklarına doğru genişlemesi Rusya’nın nükleer silah kullanıp kullanmayacağı konusunda ciddi bir belirsizlik yaratmış; bazı arabuluculuk faaliyetleri dışında birçok ülke gibi Türkiye’yi de hareketsiz bırakmıştı. Benzer bir şekilde yaz aylarından itibaren İsrail’in Hamas ve Hizbullah’ın gücünü ciddi ölçüde kıran saldırılarına İran’ın nasıl bir yanıt vereceği, nükleer boyutu da olabilecek bir İran- İsrail savaşının çıkıp çıkmayacağı diğer bir belirsizlik unsuruydu. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırım ile Lübnan ve Suriye’ye giderek yoğunlaştırdığı saldırıların nerede duracağı tahmin edilemiyordu. Esad rejimi Rusya ve İran desteği ile bir şekilde ayaktaydı; ancak Rusya’nın baskılarına rağmen Türkiye ile uzlaşmaya yanaşmıyordu.

Diğer yandan bu iki savaş sürecinde Rusya, Çin ve İran arasında giderek gelişen askerî ve ekonomik iş birliğinin kalıcı bir küresel güç eksenine dönüşüp dönüşmeyeceği önemli bir tartışma konusuydu. Türkiye açısından bu eksenin AKP iktidarının uzun zamandır sürdürdüğü alternatif iş birlikleri ve ittifak geliştirme çabaları için bir hedef olup olmadığı........

© T24