menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Birlikte düşünmenin estetiği: Niki de Saint Phalle, Jean Tinguely, Pontus Hultén

19 0
17.08.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

17 Ağustos 2025

Niki de Saint Phalle, Photo de la Hon repeinte, 1979

Uzun süren bir arayı, kişisel tarihimin önemli sanatçı ikililerinden birine dair yazarak sonlandırıyorum. Yıllara yayılacak bir yenilenme süreci dolayısıyla kapanmakta olan Centre Pompidou ve dört yıllık aradan sonra yeniden açılan Grand Palais. Paris’in bu iki hafıza mekânı, bir tür geçiş sürecinde yaratılan ara bölgeyle, “Centre Pompidou, Grand Palais” adıyla, sanat tarihinin birlikte üretebilmeyi başarırken ayrı ayrı biricik olabilmeyi de ıskalamamış olan nadir ikililerinden Jean Tinguely ve Niki de Saint Phalle’a odaklanan bir sergiyi sunuyor. Üstelik bu ikiliye yalnızca yapıtlarıyla değil, düşünsel ve kavramsal yönelimleriyle de derin bağlar kurmuş bir küratör, Pontus Hultén eşlik ediyor. Bu yazıda üç ismin bireysel kariyerlerine odaklanmakla yetinmiyor; onların birlikte üretme biçimlerini, dostluk ve ortak hayal gücünün mekânda nasıl somutlaştığını, estetikle politik olanın birbirine nasıl karışabildiğini tartışmak istiyorum.

Jean Tinguely’nin doğumunun yüzüncü yılına denk gelen 2025’te, Centre Pompidou, Grand Palais’de açılan bu kapsamlı sergiyle, sanatçının bireysel pratiğiyle birlikte Niki de Saint Phalle ile kurduğu ortaklığı da odağına alıyor. Niki de Saint Phalle, Jean Tinguely, Pontus Hultén başlıklı sergi, bu iki figürün kişisel ilişkilerinin ötesinde, uzun yıllara yayılan sanatsal etkileşimlerini, ikilinin yakın dostu da olan küratör Pontus Hultén’in kurumsal desteğiyle birlikte ele alıyor. 2026’nın ilk günlerine dek ziyarete açık olacak olan sergi, işbirliğiyle üretilmiş yapıtların yanı sıra, iki sanatçının ayrı ayrı geliştirdikleri estetik yönelimlere ve bu yönelimlerin zaman zaman nasıl kesiştiğine de bakıyor. Serginin Grand Palais’de açılmış olması ise tesadüfi değil. Centre Pompidou, önümüzdeki birkaç yıl boyunca kapsamlı bir restorasyon sürecine giriyor. Müzenin altyapısında ve teknik sistemlerinde yürütülecek bu büyük yenileme çalışması, koleksiyonun bir kısmının dolaşıma açılmasını ve bazı sergilerin geçici olarak başka mekânlarda düzenlenmesini beraberinde getiriyor. Dolayısıyla bu sergi, yalnızca Jean Tinguely’nin yüzüncü yaşı vesilesiyle değil, aynı zamanda Pompidou’nun fiziksel olarak yeniden yapılanma sürecinin arifesinde kurulan önemli bir arşivsel ve küratoryal girişim olarak da değerlendirilmeli.

Jean Tinguely (1925−1991), modern sanat tarihinde kinetik sanatın sınırlarını zorlamanın ötesine geçen, sanatın kendi ontolojisini sorgulayan radikal bir deneyci olarak öne çıkar. Onu anlamak, hareket eden heykellerini izlemenin ötesine geçip, bu hareketin ardındaki düşünsel ve toplumsal gerilimi de kavramayı gerektirir. Tinguely’nin parçaları, üretmek yerine devinmek üzerine kurulu sistemlerdir. Mekanik bir düzen içinde dönen, titreşen, bazen gürültü çıkaran ya da dağılan bu yapılar, işlevsizliğin estetik değerine ve teknolojinin başıboş ritmine odaklanan bir ironi içerir. Sanat yapıtını kutsal bir nesne olmaktan çıkarıp geçici, kırılgan ve hatta saçma bir düzeneğe dönüştüren bu yaklaşımı, politik bir jest olarak da okumak mümkündür.

1940’larda İsviçre’de aldığı sanat eğitiminin ardından Paris’e yerleşen Tinguely, 1950’lerin başında Métamatics adını verdiği ilk hareketli heykellerini üretmeye başlamıştır. Bu pratiğiyle, savaş sonrası Avrupa’da yükselen yeni bir sanat anlayışının ayak seslerini taşır. Endüstriyel atıkları, işlevsiz makineleri ve hareket halindeki metalik organizmalarıyla o, modernizmin rasyonel ve ilerlemeci tahayyülüne dair bir "karşı-ritim" önerir. Bu karşı-ritim, II. Dünya Savaşı sonrası pik yapan modern üretim fetişizmine karşı yöneltilmiş bir sanatsal sabotajdır.

20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ready-made (hazır-nesne) yaklaşımını çağrıştıran malzeme seçimi, 20. yüzyıl ortasında Dadaist yıkıcılığın yeniden duyulan yankıları gibidir. Tinguely’nin bu mirasa eklediği özgün katman ise, makinenin kendi kendini yok etmesine izin vermesi ve bunu performatif bir doruğa taşımasıdır. Peter Bürger’in Avangard kuramı adlı kitabında detaylandırdığı avangard tanımı da Tinguely’nin sanatsal jestlerini anlamak için verimli bir zemin sunar; zira Bürger’e göre avangard, sanatı otonom alanından çekip toplumsal yaşama doğrudan müdahil kılmaya çalışır. Tinguely’nin kendi kendini imha eden yapıtları, tam da bu tanıma uyan bir kopuş pratiği içerir; sanat yapıtının yalnızca içeriğini değil, varoluş biçimini de hedef alır.

Bu bağlamda, her ne kadar sergide video ya da fotoğraf gibi bir belge ile yer verilmese de, benim için en önemli işlerinden olan Homage to New York ile başlamak isterim Tinguely’yi anlatmaya. Zira Homage to New York, yalnızca Tinguely’nin değil, 20. yüzyılın ortasında sanatın kendine dair düşünüş biçimlerinin sınırlarını zorlayan en çarpıcı örneklerden biridir. Eser, Şubat 1960’ta Museum of Modern Art küratörü Peter Selz’in davetiyle planlanmış, sanatçıdan müzenin heykel bahçesinde sergilenmek üzere kendi kendini imha eden bir makine yapması istenmiştir. Tinguely ise, düzenekte kullanacağı malzemeleri New York ve New Jersey'deki hurdalıklardan, çöplüklerden ve çeşitli dükkânlardan toplamıştır. Bu süreçte kendisine İsveç’te Moderna Museet’in direktörü olan dostu Pontus Hultén tarafından tanıştırıldığı Bell Labs mühendisi Billy Klüver eşlik etmiştir. Klüver, hem hurda parçaları birlikte toplamış hem de kendi meslektaşlarıyla birlikte zamanlayıcı ve tetikleyici sistemleri kurarak yapıtın teknik altyapısına katkı sağlamıştır. 1960 yılının baharında, New York Modern Sanat Müzesi'nin bahçesinde kurulan devasa mekanik kompozisyonun parçaları arasında motorlar, bisiklet tekerlekleri, bir piyano, emaye bir küvet ve adres etiketleme makineleri gibi nesneler bulunmaktadır. Bu devasa düzenek, davetli seyirciler önünde kontrollü bir şekilde kendi kendini yok etmek üzere tasarlanmıştır. Zamanı geldiğinde yavaş yavaş devreye giren motorlar, zamanlayıcılarla senkronize edilmiş hareketli parçalara komut verir; sistem, planlı bir çöküşe doğru ilerlemektedir ve yarım saat içinde yapı tamamen çöker. Geride yalnızca tüten demirler ve parçalanmış nesneler değil, sanat nesnesine dair kalıplaşmış değer yargılarını sarsan radikal bir jest kalır. İtfaiyenin beklenmedik şekilde müdahale ederek süreci durdurması da, Homage to New York’un kamusal alanın sınırlarına dokunan toplumsal bir gerilim üretebildiğini açıkça göstermektedir.

Sergide görülebilecek çalışmalardan biri, Jean Tinguely’nin 1961 tarihli Ballet des pauvres (Yoksulların Balesi) adlı yapıtı. Pontus Hultén’in küratörlüğünde Stockholm’deki Moderna Museet’de düzenlenen Rörelse i konsten (Sanatta hareket) sergisi kapsamında üretilen bu kinetik heykel; yırtık kumaşlar, paslı hurda parçalar, mutfak gereçleri ve bir manken bacağı gibi gündelik nesnelerden oluşur. Parçalar, düzensiz ve sekmeli hareketlerle devinerek işlevsizliğin estetik alanına taşınır. Ballet des pauvres, üretim zincirinden kopmuş ama hâlâ dönen çarklarıyla, endüstriyel çağın mekanik ritmine ironik bir karşılık verir. Hem komik hem tekinsiz bir ritimle işleyen yapı, Tinguely’nin “kullanışsız makine” kavramının çarpıcı bir örneğidir. Bu eser, modern hayatın artıklarından oluşan bir “çöpler balesi”dir; sahneye çıkan her parça, işlevini değil, unutulmuşluğunu dansa kaldırır.

Tinguely’nin sergide yer alan bir diğer önemli işi ise, 1988 yılında Centre Pompidou’daki retrospektif sergisi için üretilen L’Enfer (Cehennem). Bir platform üzerine yerleştirilmiş dişliler, kuklalar, tahta oyuncaklar, canlı bir bitki ve doldurulmuş bir geyik başından oluşan bu yapıt, rastlantısal hareketlerle çalışan, sesli ve parçalı bir mekanizma oluşturur. Tinguely’nin yapıtlarında sıkça karşılaşılan........

© T24