Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda işçiler ne yaşıyorlar?
Diğer
24 Şubat 2025
Özgürlüğün, bir gıdayı tüketme veya tüketmeme iradesine indirgendiği günler yaşıyoruz. İktidarın zirvesinden “fahiş fiyatlar için boykot çağrısı” yapıldığında, özgürlüğümüze çekilen sınırı anlamış olmalıydık. Özgürlüğünüz bu kadar! Hele tekelleşen üç harfli marketler zinciri yoluyla diğerleri karşısında avantaj elde edilmişken iktidarın bunu söylemesi oldukça kolay…Yani özgürlüğümüz, market market dolaşarak ürün fiyatlarını araştırmak, pahalı ürünü almayarak boykot etmek, ürünleri düşük fiyata satın alma tercihini yapmakla sınırlı adeta.
Özgürlük, yöneticilerin despotik yönetimine karşı korunmayı ifade eden bir kavram. İnsanın bireysel varoluşu açısından irade özgürlüğüne, toplumsal varlığı açısından da siyasal özgürlüğe karşılık geliyor.[1] Ancak birey ve toplum ilişki halinde ve kesişim alanları çok fazla. Toplumsal özgürlüklerin genişlemesi bireyin özgürlük alanını genişletiyor, bireylerin özgürlük talebi yükseldikçe toplumsal alan da bundan doğrudan etkileniyor.
Biz yurttaşlara ne söyleniyor şimdilerde? Eylemin içeriği gündelik yaşamımıza doğrudan karşılık gelse de bu eylem ve etkinliklere sakın katılma! Siyasetle arana mesafe koy! Politik çizgini ve rengini belli etme! Her yerde konuşma! Sosyal medya hesaplarını kapat! Ya da bu hesaplardaki dil ve anlam iletişimini çok zayıflat, gerilet! Aman dikkat et! Üye olduğun sendikanın yönetenlerle arası iyi olsun! Nihayetinde ifade özgürlüğünden vazgeç! Her konunun çözümünü mevcut yöneticilere bırak! Böyle isteniyor diye bunu yapacak mıyız? Kuşkusuz hayır!
Ancak farkında olmamız gereken şeyler var. Yaşadıklarımızda bir olağanüstülük var! Sendikaların, siyasal partilerin, derneklerin, sivil toplum platformlarının “bizden mi değil mi?” anlayışına göre ayrıştırıldığı sert bir siyasal iklimin içinden geçiyoruz. Biz ve ötekiler ayrımı, ikilikler düzeyinden daha incelikli ölçülere başvurularak çeşitleniyor ve daha da keskinleşiyor. İkili ayrımların arasında kalan ve sendikalara “tercihini yap” deniliyor! Korkutulan kitleler bir alandan diğerine, oradan buraya “doldur boşalt” politikasıyla sürükleniyor. Binlerce emekçi bir sendikadan diğerine kitle halinde geçişe zorlanıyor.
Hakkında yazdığımız konuyu somut bir örnek üzerinden açalım. Birkaç gün önce Ankara’da İstanbul yolu üzerinde bulunan Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın devasa binasının hemen yanındaki yeşil alanda yaklaşık 150 işçinin basın açıklamasına tanık olduk. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın hemen yanındaki şehirler arasında yoldan geçen araçların gürültüsü ve yaydığı hava kirliliğinin içinde, yağmur altında işçiler seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ferid Edgü’nin Yazma Eylemi Bir Siyasal Olay Üzerine 101 Çeşitleme kitabından etkilenerek farklı bakış açıları ile olayın anatomisini anlamaya çalışalım.
Mehmet soğuk bir kış gününde, evin yakınındaki durağa gelince insanla dolu olan otobüsten kendini güçlükle sokağa bıraktı. Eve gelince eşiyle birlikte akşam yemeği hazırlıklarına başladı. Hazırlıklar sürerken televizyonu açtı ve akşam haberlerini izlemeye ve dinlemeye başladı. Now Tv’de bir haber dikkatini çekti. Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan bahsediliyor. “Gençlerle ilgili bir haber olmalı” diye düşündü. Ama değildi…
“Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum” Protokolü (ÇEDES) ile ilgili bir şey mi var diye düşündü Mehmet. Öğle ya Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın imzaladığı bir protokol vardı. Bu protokol laik, bilimsel, karma eğitim eğitim ilkelerini ihlal edecek uygulamaların kapısını açıyordu. Çocuklar ve gençler, sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nın değil, diğer iki devlet kurumunun yoğun etkilerine açılmıştı. Ancak sorun olan şey, bu protokol yoluyla ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileri, Yusuf Tekin’in “sivil toplum örgütleri” dediği, ancak gerçekte siyasal ve ekonomik rant odağı olan holdingleşmiş, şirketleşmiş, insan hakları düşüncesinden uzak tarikat ve cemaatlerle buluşturulacaktı. Haberi daha dikkatlice dinlemek için kanepeye oturdu.
Düşündüğü gibi değildi, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda (GSB) başka bir hak ihlaline ilişkin bir haberdi. Kimi Bakanlık yöneticileri, sürgün, iş değişikliği, işten çıkarma gibi tehditler savurarak kamu işçilerini Tez-Koop-İş Sendikası’ndan istifaya ve yönetimin desteklediği başka bir sendikaya geçmeye zorluyorlardı. İki sendika da TÜRK-İŞ Konfederasyonu bağlı idi. İçinden GSB yöneticilerine “İşçinin aklı yok mu? Niye karışıyorsunuz” demek geçti, ancak haber akışı hızla değişti.
Bu işçiler, yöneticiler ve onların aracıları tarafından sendikasından istifa etmeye zorlansa ne hissederler ne düşünürler? Niye diye sormazlar mı? Sendikasına, Tez-Koop-İş’e dair pek çok algıyı birbiri ardına sıraladıklarında bile işçiler baskıyı hissetmez mi? İşçi bir sorgulama sürecine girmez mi? Girer, sendika ile yönetim birlikte örgütlenme yapıyorsa, “bu nasıl sendikacılık” der işçiler! Hele bir de aba altından sopa gösterilir ve “sendikayı değiştirmezsen yönetim seni rahat bırakmaz” biçiminde bir tehditle karşılaşırsa işçi ne düşünür? “Bizi iş değil yöneticiler yoruyor” diyen kadın işçi ne kadar haklı imiş! Şimdi bir de bu sürece işçiyi yoran sendikalar eklenmiş görünüyor. Sendikalar ve yöneticiler el ele!
Hanife, kamuoyunun taşeron olarak bildiği şirket için çalışırken 2017 yılında çıkarılan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kurumun sürekli işçi statüsüne geçirildi. O artık bir kamu işçisi. Kadroya geçişle........
© T24
