20/50/100 yıl sonra Attila İlhan’ı düşünmek...
Diğer
12 Temmuz 2025
İnanması belki zor ama Attila İlhan, 2005 yılında 80 yaşında vefat etmeyip yaşasaydı, 15 Haziran 2025’te yüz yaşına girecekti. Demek ki, ben kendisini tanıdığımda, Ankara’da Bilgi Yayınevi’nde, 1975 yılı aralık ayının çok karlı son günlerinde ilk kez ziyaretine gittiğimde 50 yaşındaymış. Sonra 2005’e kadar, son on yılı çok sınırlı olmak üzere tam 30 yıl birbirimizi gördük.
Ben 1990’ların sonunda İstanbul’a taşındığımda o 1995 yılında entelektüelliğinin Cumhuriyet gazetesinde yaşadığı son dönemine girmişti. Yeni bir karar vermiş, ‘Ülkücü-Devrimci buluşmasını’ sağlamaya, Gazi’yi, Kemal Paşa’yı bir ideolog olarak büsbütün öne çıkarmaya, ‘Avrasya’da Dolaşan Hayalet’ diye nitelendirdiği Sultan Galiyef’i ‘Müslüman sosyalizminin’ kurucu kimliği olarak toplumsallaştırmaya ‘soyunmuştu’.
Hayatında zaman zaman bu türden yeni kararlar verir, eski çevresinden uzaklaşıp içine kapanır ve yeni düşüncesinin etrafındaki isimlerle ilişkisini sürdürürdü. Son Paris yolculuğunda da benzeri bir tutum içine girdiğini, Selim İleri’yle yaptığı nehir söyleşide anlatıyordu.
Doğal karşılamak gerekir. Attila İlhan bütün yaşamı boyunca etrafında düşüncesini benimseyen insanlarla birlikte olmuştu. Belli bir anlayışla karşı görüş öne sürenleri de dinlerdi ama 1995 yılında 70 yaşındaydı ve sabrı, tahammülü git gide azalıyordu. Artık kendisiyle tartışacak insanlardan, kendisine eleştiriyle yaklaşacak düşüncelerden uzak kalıp, ‘misyonunu’ yerine getirmekle zaman geçirmek istiyordu. Ona sorular sorulacak, o da anlatacaktı. Dinlemeyi pek de o kadar seven birisi değildi. Nurullah Ataç, benzeri bir davranışın Yahya Kemal’de de görüldüğünü söyler. Büyük üstat da kendisine bir şeyler anlatmaya kalkanları yüzünde garip bir ifadeyle yere bakarak dinler, bir süre sonra da ‘peki’ diyerek kalkarmış meclisten.
Attila İlhan’a haksızlık etmeyelim, o çok daha hoşgörülüydü. Bir kere ‘açık salon’ yapardı, isteyen gelip masasına oturup onunla görüşebilirdi. Yani insan seçmezdi, önceden. Halbuki Yahya Kemal Bey meclisinde kimlerin olacağını inceden inceye düşünürmüş. Hayatımda onun bir tek Niyazi Berkes’i çok dikkatle, kendisine sorular sorarak dinlediğini gördüm. Zaten düşüncesinin önemli kaynaklarından biridir, Berkes.
Evet, son dönemine girerken, provokatif yazarlığının tamamen bilincinde olduğundan, eski dostlarından uzaklaşsa bile yeni bir grup insanın çevresinde toplanacağını biliyordu. Üstelik bu düşünceyle son yıllarında uzun süre devam ettiği kahveyi de değiştirmiş, Divan’dan The Marmara’ya taşınmıştı.
* * *
Ben de o eski çevredendim. Ayrıca neredeyse bütün yaşamım Amerika’da geçmeye başlamıştı. Kısacası son on yılında istediğim kadar görüşemedim. Büyük zekasıyla son dönemindeki görüşlerini benimsemediğimi elbette biliyordu. Ama onu çığırlar açmış bir edebiyatçı, çeşitli dönemlerde çok önemli görüşler geliştirmiş bir entelektüel olarak kendisini ne ölçüde önemsediğimin de bir o kadar bilincindeydi. Nitekim, bir yolculuk dönüşümde yeni yayınlanan şiir kitabının arkasına hakkında yazdığım yazıdan bir bölümü alıntıladığını görmüştüm. Ölüm haberini Amerika’da aldığımda son otuz yıl bir çırpıda gözümün önünden geçmişti. Bugün de ölümünün üstünden geçen 20 yılı aynı hızla düşünüyorum.
Neticede 50 yıl önce tanıdığım, 20 yıl önce bu dünyadan ayrılmış bir şair/yazardan söz ediyorum. Bugün zaman zaman bazı ulusalcı kanallarda yayınlanan eski TRT programlarına rağmen Attila İlhan, bilinen, okunan bir yazar değil. Bir 'aşk şairi' olarak üç-beş mısraıyla anılıyor. Oysa onları çok aşan büyük bir şiirin sahibidir. Romanlarını ne okuyan var ne de anan. Basılmıyorlar da. Gazete yazılarını bir araya getirdiği kitapları da benzer bir kaderi paylaşıyor. Doğaldır. Yazarlar öldükten sonra otuz yıla kadar unutulur. Derken yeniden keşfedilir. İlhan için de bu kural geçerli olacaktır. Yalnız şunu belirteyim ki, binlerce, binlerce yazının oluşturduğu bir külliyattan söz ediyoruz. İkincisi, görüşlerine katılmadığınız yerde dahi son derecede yaratıcı, meselelere daima farklı bir açıdan bakan, genel geçer yargıların tamamını aşan, muazzam bir kültür birikiminden söz ediyoruz.
O yazılarda, bazen de kendisinin farkında olmadığı şekilde, Türkiye’deki hakim ideolojinin çok sert eleştirileri vardır. Örneğin hukuk reformu, laiklik de dahil olmak üzere ‘inkılaplar’ı benimsemez. Tartışılmış ama henüz yeterince berraklaşmamış bir husustan söz ediyorum. İnkılapları bürokrasinin eylemi ve bürokratikleşmiş süreçler olarak görüyor, Atatürk adını kesinlikle telaffuz etmiyor, ‘Gazi’ veya ‘Mustafa Kemal Paşa’ diyor, Atatürk’ü 1919-1925 arasındaki kimliği ve aksiyonuyla benimsiyor, onu anti-emperyalist ve Türkçü/Türkiyeci hatta Osmanlı-Müslüman sürekliliği içinde öneriyordu. Aynı şekilde Batı meselesine tepeden tırnağa karşıydı. Şiddetle karşıydı. Son zamanlarında ‘Batının teknolojisini alıp kültürünü dışarıda bırakmak’ şeklindeki klasik Ziya Gökalp tezine dahi muhalefet ediyordu.
Fakat ısrarla dile getirdiği Mustafa Kemal Paşa ‘imajı’ o eleştirileri örtmüştür. Gece gündüz Mustafa Kemal Paşa diyen birisine ‘muhalefet’ düşüncesiyle yaklaşmak olanaksızdır. Oysa İlhan ‘yeni’ bir Mustafa Kemal ‘gerçeği’ ve ‘ideolojisi’ oluşturmak istiyordu. Bu tutumu İlhan’ın genel metodolojik yaklaşımıdır. Solu eleştirmiş ama solda kalmış, hakim ideolojiyi eleştirmiş ama o ideolojiyi İnönücülük olarak sunmuştur. Son dönemi ise kendisi açısından bile şaşırtıcıdır. Türkiye’nin parçalandığını, Siyonist/emperyalist bir saldırıya maruz kaldığını varsayarak tamamen Türkçü/milliyetçi bir pozisyonda solun ve sağın birlikte hareket etmesi gerektiğine inanmış, bu maksatla ‘aksiyonerliğe’ başlamış, kentleri gezerek konferanslar düzenlemiştir. Hepsine değineceğim.
* * *
Attila İlhan hakkında çok şey yazdım. Şimdi o yazıları bir kitapta toplamaya çalışıyorum. Düşününce pek o kadar yazmamış olduğumu ayrımsıyorsam da bazı romanları, bazı deneme kitapları, şiirleri ve kendisi hakkında kaleme aldığım yazılarla epey bir birikim var ortada.
Buna karşılık Attila İlhan’a verdiğim önem ve değer yazdıklarımdan daha fazladır. O önemi ve değeri genel olarak edebiyatı irdelediğim tüm yazı ve kitaplarımda dile getirdim. Üç Attila İlhan görmek mümkün: şair, romancı, düşünür. İlginç olanı bu üç kimliğin birbirini hiç dışlamaması, aksine sürekli olarak kesişmesidir.
Attila İlhan ne yapalı ki, bu üç alanda da çok yüzeysel olarak tanınmıştır. Anlayabiliyorum, Türkiye’deki okur meselelere derinlemesine bakamaz. Belki tüm dünyada biraz böyledir. Asıl mesele konuyu ayrıntısıyla ele alması gereken çevrelerin İlhan’ı yeterince tartışmamasıdır. Bu yetersizlik hatta çaresizlik şimdi onun için düzenlenen ‘sempozyumlarda’ (!) ve diğer toplantılarda görülüyor. Hiçbir akademik derinliği olmayan, hatta hakkında basit bir iki şey dışında hiçbir çalışması bulunmayan, entelektüel düzeyi çok sınırlı üniversitedeki bazı isimlerin adeta ‘kadrolu’ Attila İlhan uzmanı’ gibi toplantıdan toplantıya gitmesi en somut kanıttır. Öte yanda sürekli olarak ‘Büyük Yolların Haydudu’, ‘Şubat Yolcusu’, ‘Mavi Adam’, ‘Yalnız Şövalye’ gibi adlarla (işin kötüsü, bu başlıkların tamamı İlhan’ın kendi sözleridir, o derecede yaratıcılıktan uzak bir yaklaşımdan söz ediyoruz) ‘mitolojik’ hale getirilen ve hep aynı imajı büyüten, hala 1950’lerin egzotizmine ve serüvenciliğine dayanan bir Attila İlhan fikri var.
Attila İlhan, daha önce hakkında yazdığım tüm yazılarda belirttiğim üzere, bugün okunan bir edebiyatçı değil. Toplum nezdinde, popüler kültüre mal olmuş birkaç mısraıyla zikredilen/anılan bir şair sadece. Edebiyat çevrelerinde bile sadece şair olarak düşünülür ve önemsenir ama üstünde durulmaz. Romanlarını okuyan tek bir kişi yok. Zaten basılmıyorlar. Hatta şiir kitapları da bulunmuyor. Adına kurulmuş Vakıf çok önemli olmakla birlikte sadece senede bir kez anılmasını sağlayacak işler yapıyor. İlhan, bugün belli çevrelerde, eline rakı bardağı verilmiş Atatürk resimleri üretecek kertede müptezelleşmiş bir beyaz Türk-popüler kültür yaklaşımı içinde, şapkasıyla birlikte, ‘ulusalcı’ ve çok şiddetle karşı çıktığı ‘Atatürkçü’ bir kimlik olarak, nostalji ve hayıflanma çığlıklarıyla anımsanıyor. Kendisi olsaydı herhalde öfkeyle isyan ederdi bu hale.
* * *
Oysa birkaç Attila İlhan var. Ben de bu yazıda onlara ama öncelikle de kamuoyunda bugün ‘bilinen’ bakmak istiyorum. ‘Bilinen’ tanımıyla söylemek istediğim şudur: Attila İlhan edebiyatçılığı söz konusu olduğunda fikir adamlığı kimliğini kullandı ve çok başarılı oldu. O niteliğiyle Türk şiirinin iki büyük akımını, köy edebiyatını, roman konusundaki genel geçer yargıları alt üst etti ve düşüncesini benimsetti.[1] Fikir adamlığında da edebiyatçı kimliğinden çok yararlandı. Görüşlerini çok parlak bir anlatımla sergiledi ve özellikle Atatürk konusunda ulusalcı bir bilincin gelişmesine katkıda bulundu. Atatürk’le ilgili olmasa bile şöyle bir cümleyi Türkiye’de ne bir edebiyatçı ne de bir fikir adamı yazdı: ‘‘Sarı’ Mustafa bir zaman dalıp, piposunun dumanını seyrettikten sonra; bana mı, yoksa kendi kendisine mi sorduğunu asla öğrenemeyeceğim o soruyu, ikimizin arasına çırpınan bir balık gibi bırakmıştı.’ Bu anlatımın etkileyici olmadığı nasıl öne sürülebilir?
Ama edebiyat dünyası onu fikir insanı, fikir dünyası da edebiyatçı kabul etti. Yine de tarihsel bir bilgiye, bir çalışmaya/belgeye, kuramsal temelli bir çözümlemeye dayanmayan, meselelere yeni bakış açısı getirmeyen tek bir yazısı yoktur. İlhan, Atatürk’ü ‘alter-ego’ olarak benimsedi ve sinematografik yanı çok ağır basan bir kurmaca unsuru olarak temellendirdi. Bugün Attila İlhan dendiğinde öncelikle bu yanı anımsanıyor. Edebiyatçı İlhan maalesef bilinmiyor, herkesten önce kendisi o yanını unutturup bu dünyadan ayrıldığı ve düşünce adamı olarak anımsanmak istediği için ben de o yanını biraz daha öne alacağım.
* * *
Attila İlhan işlevini başından sonuna kadar bir eylemci olarak gördü. Çok büyük ve çok önemli bir şairdi ama şiir yazmayı zaman içinde git gide daha az önemsedi ve kolay bir iş saydı. Sürekli olarak ‘asıl edebiyat romandır der ve şairliğin ikinci bir iş olarak yapılabileceğini, ama romancılığın bir ‘meslek’ olduğunu savunurdu. Kişisel olarak düşünce adamlığını daima daha önde tuttu ve bir tarihten sonra, 1960’tır o yıl, romanlarını da şiirlerini de düşüncesinin içine yerleştirdi, düşüncesini de bir ‘eylemcilik’le çerçeveledi. Eyleme dönüşmeyen düşünceye daima uzak durdu. (Ezberlenmeyen şiiri yanlış şiir sayarken de bu ‘eylem’ gerçeğinden hareket ediyordu: şiir insanda yoğun bir duygu oluşturmalı, karşılık bulmalı eğer öyleyse o şiir ezberlenir, demek ki şiirin eylemi kendisini ezberletmektir mantığını güttü. Şiiri ezberlenmeyen şairlere ‘ölsünler daha iyi’ dedi.)
Muhtemelen henüz 16 yaşında karşılaştığı devlet şiddeti kendisinde derin izler bırakmıştı. O yaşında hapishaneye düşmüş bir çocuk, orada Sarı Mustafa gibi Türkiye'deki komünist hareketin KUTV neslinden bir isimle karşılaşmıştı. Nazım Hikmet'e zaten bir yakınlık duyuyordu ve yapısında o 'eylem' dünyasına açık bir yan vardı. Hapisten sonra, Hasan Ali Yücel'in imzasıyla Türkiye'nin hiçbir okulunda eğitim göremeyeceğine dair bir karar eline geçmişti. Yolun başındayken hayatı sönmüş bir insandı. Neyse ki, babası kararı Danıştay'da bozdurmuş o da İstanbul'da Işık lisesinde çok şahsiyetli bir müdürün katkısıyla öğrenim hayatına kaldığı yerden devam etmişti.
Liseyi 1946’da bitirdikten sonra o İstanbul yıllarındaki önceliği politikaydı. Sol politikanın içine girmişti. O dönemde iki olgu hayatını tayin eder. Birincisi, Esat Adil Müstecaplıoğlu'nun çıkardığı ve Türkiye Sosyalist Partisinin yayın organı olan (İlhan, ‘naşir-i efkarı’ der) Gerçek gazetesindeki hayatıdır. Daha o dönemde çeşitli sol dergilerde (Gün, Yığın, Yürüyüş) kendi çevresinde etkili olan şiirler yazıyordu. Nazım Hikmet damarından gelen çok güçlü bir şair olarak görülüyordu. Nazım Hikmet’e bana anlattığına göre ‘ustama mahsus selam eder, iki ellerinden öperim’ ithafıyla gönderdiği, kendi imkânlarıyla , kapağını ressam Fethi Karakaş’a yaptırdığı Duvar kitabına büyük şair de kayıtsız kalmamış, ‘Attila İlhan çok soylu şair...Aşk olsun delikanlıya’ cümlesini Va-Nu’lara yazdığı mektuplardan birine işlemişti. (İlhan, o cümleyi, o mektuplar yayınlandığında 1970 yılında öğrenmişti.)
Hayata parlak bir yıldızın altında geldiğinden, 1946'da CHP şiir yarışmasında ödül kazanması adını edebiyat çevrelerine taşımıştı. O yarışmada birinci olması için çalışan Nurullah Ataç'la sonradan çok çekişecekti ama o sert, hırçın eleştirmen bu genç şair hakkında o senelerde çok olumlu şeyler söylüyordu.[2] Oysa, İlhan’ın sonradan çok vurgulayacağı gibi, Ataç, CHP'yle iç içe bir kişi hatta onun kültür planındaki ideologlarındandı. İlhan ise tüm düşünce hayatını CHP karşıtlığı üstüne kurmaktaydı. Kazandığı ödül doğal çevresinde onu zor durumda bırakmıştı, çünkü açık bir çelişki vardı ortada. İlhan, sonradan bu ödülü kendisine kurulmuş bir 'komplo' olarak niteleyecekti.[3] Şiirlerini yarışmaya ondan habersiz dayısı göndermişti. O dönemde sol dünyayla edebiyat üstünden iletişim kuruyordu.
* * *
İkinci olgu Nazım Hikmet'i kurtarma faaliyeti içinde Paris'e gidişidir.[4] Hiç değilse meseleyi ömrünün sonuna kadar böyle anlattı. Esasen çok kısa süreli olan bu Paris yolculuğu (1949) onun edebiyatçılığını da serüvenciliğini de solculuğunu da besleyen bir eylemdir. O tarihten sonra etkisi git gide artan şiirler yazacak, 1950'de yeniden yine kısa bir süre için Paris'e gidecek ve dönecektir.[5] Dönerken kafasında bir ‘eylem’ şablonu getirecektir. Yeni bir edebiyat kurmayı düşünmektedir. Paris’teyken bir edebiyat/estetik kuramı oluşturmuştur. Edebiyatın, mutlaka 'sosyal realist' bir edebiyat olması gerektiğine inanır. Buradaki sosyal realizm, o tarihte cereyan eden sol karşıtı görüşler nedeniyle sosyalist denemediği için bulunmuş bir addır.[6] O dönemde Türk edebiyatında böyle bir çaba içinde olan tek bir yazar/şair yoktur. İlhan, daha yolun başındayken düşünce insanı kimliğini edebiyatçılığını da tayin edecek şekilde öne çıkarmıştır.
Sosyal realizm kavramını benimsemesine mukabil İlhan’ın daha o tarihlerde Jdanovcu bir edebiyat anlayışına çok önemli bir itirazı vardır, toplumcu gerçekçi edebiyatın, gerçekçiliği ölçüsünde ‘artistik’ olmasını savunur. O sanatsallığı edebiyata/şiire ‘imge’ sağlayacaktır. Zamanla geliştirdiği görüşlerine ‘imge kuramı’ adını verecektir. Kökeni olarak Rus devrimci Plekhanov’u gösterecektir.[7] Bir süre sonra Mavi dergisinde yazacağı yazılarla düşüncelerini yayma olanağına kavuşacaktır ve önünde iki yeni ufuk açılacaktır.
Birincisi, sosyal realist görüşleri öyle kapsamlı, ayrıntılı, kuramsal zemine oturmuş bir manifestasyon değildir. Ama yarattığı tepki o görüşlerin ve adının çevreye beklediğinden çok daha fazla saçılmasını ve tanınmasını sağlamıştır. Teoriye düşünceye her zaman çok ilgi duymuş, muhtemelen o alanları edebiyattan daha fazla önemseyen bu genç şair, çok etkileyici şiirlerinin ve 1953'te yayınladığı çok sarsıcı romanı Sokaktaki Adam'ın etkisiyle bir anda bir kuşağın 'önderi' olur. Baylan çevresi bu zarf içinde oluşur.
İkincisi, İlhan bu nitelikleriyle ve sosyal realizm görüşlerini temellendirirken kurduğu 'Mustafa Kemal' bağlamıyla düşünce hayatının ana zeminini hazırlar. Hayatının sonuna kadar da o zemini korur ve genişletebildiği kadar genişletir. 1950'lerden itibaren Attila İlhan, Mustafa Kemal'e kendisinin hiç düşünmediği ve zikretmediği ölçüde sol bir içerik kazandırmaya çalışır. Mustafa Kemal’i CHP’den, İnönü’den, Atatürkçülükten arındırır. Tek başına bir varlık ve eylem ve düşünce insanı olarak ele alır. Mustafa Kemal Paşanın söylediklerini sol bir açıdan yorumlar ve onları ancak bir solcunun söyleyebileceğini vurgular. Bu görüşlerini zamanla git gide geliştirir ki, bugün ondan geriye kalan birikim bütünüyle bu kurgunun iç meseleleriyle, çelişkileriyle veya derinlikleriyle ilgilidir.
Öte yanda çok özgün bir edebiyatın sahibidir. Tüm o sol söyleme ve iddialara rağmen 1945 civarında yazdığı sol-toplumcu gerçekçi şiiri Paris dönüşünde hemen terk etmiş, bütünüyle Appolinaire'den etkilenen egzotik-bireyci bir şiire yönelmiştir. Ama o şiir, özellikle 'aşk şiirleri' itibariyle kendi kuşağını da bugüne kadar gelen bütün şiir kuşaklarını da ayrı ayrı etkilemiştir. Etki gücü itibariyle hala devam eden bir şiirden söz ediyoruz.
Çok modernist bir şiir yazmasına karşın 1960’ların sonunda doğru o şiiri bahsettiğim düşüncenin eksenine yerleştirir ve çok önemli iddialarda bulunur. İnönü döneminin ‘resmi’ bir sanat anlayışı geliştirdiğini, bu anlayış yönünde Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’la kendisini belirten Anadolu/Türk kökenli bir şiiri silip, yerine Garip şiirini Orhan Veli-Melih Cevdet-Oktay Rıfat aracılığıyla yerleştirdiğini, bu ‘Batıcı’ ve ‘uydurma’ şiirin, CHP ve Nurullah Ataç tarafından savunulan Yunan-Latin kökenli modelin uzantısı olduğunu vurgular ve yaygın, çok etkin o şiire şiddetle karşı çıkar.[8] (Bu yazıları Birinci Yeni Savaşı adlı kitabındadır.) Yalnız ama olağanüstü güçlü bir edebiyatçıdır.
* * *
Attila İlhan'ın hayatında gerek edebiyat gerekse düşünce insanı olarak önemli boşluklar ve geri çekilişler mevcuttur.
1950'lerdeki hamlesinden ve çok etkili olan üç şiir kitabının (Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum) ve ilk romanının (Sokaktaki Adam) ardından edebiyattan kopar. Hayır, edebiyat dünyasındaki tartışmalarını, özellikle İkinci Yeni şiir bağlamında sürdürür ve çok sert bir polemikçi olarak ortalarda görünür. Dönemin bütün birikimini okumuş ve değerlendirmiş birisi olarak belirteyim, haklıdır veya haksızdır, söyledikleri doğrudur veya yanlıştır, bir yana, bileğini kimse bükememiştir.
Yine de bütün yayınlarına rağmen 1970’lere kadar edebiyat dünyasında eski ‘hızında’ değildir. Neredeyse unutulmuş bir yazardır. Durumun anlaşılan nedenleri mevcuttur. 1962’ye kadar sinema dünyasının ve bohem hayatın içindedir. O yıl Paris’e gider. Oradan İzmir’e döner. Gazeteciliğe başlar. Bölgede çok etkili Demokrat İzmir gazetesinde önce magazin bölümünde çalışır, sonra genel yayın yönetmeni olur. Bilmediğim bir şekilde ayrılır ve 1973’te Ankara’ya, Bilgi Yayınevinin editörü olarak taşınır.
Bugün tanıdığımız Attila İlhan asıl Ankara yıllarından sonra ölümüne kadar geçen sürede güçlenmiştir. Ankara’ya taşındığında kritik bir eşiktedir. Çünkü, çok uzun yıllar (on yıldan çok) İzmir’de yaşamıştır ve Demokrat İzmir gazetesinde, sonradan Faşizmin Ayak Sesleri başlıklı kitabında yer alacak, 12 Mart öncesi yazıları kaleme almıştır. Kesinkes bir Atatürkçüdür. O dönemde gazetesinde ‘Günlük Emir’ köşesi yapmış, her gün Mustafa Kemal Paşanın bir sözünü oraya yerleştirmiştir. Fakat 12 Mart cuntasının gelmekte olduğunu ve faşizmi getireceklerini hiç kimsenin, tek bir kişinin bile görmediği şekilde görmüş ve karşı çıkmıştır. Oysa o dönemde entelektüel çevrelerin tamamı 9 Mart 1971 için tasarlanan faşist cuntayla irtibatlıdır ve onu hazırlamaktadır.
Dönem sol bakımından yavaş yavaş silahlı mücadeleye geçiş dönemidir ve Ankara’dan İzmir kökenli bir grup genç (başta, o günlerde ODTÜ öğrencisi olan romancı Mehmet Eroğlu) kendisiyle gidip İzmir’de irtibat kurmuştur. Kısacası, sol siyaset dünyasında İlhan önemli bir figürdür ama bilinen, adı yaygınlaşmış değildir. Hem 1940 kuşağı devre dışı kalmıştır hem de sol bambaşka bir içerik kazanmıştır. Açıkçası, 1960-1973 arasındaki çok geniş aralıkta İlhan yeri belli ama çok etkili olmayan bir edebiyat ve düşünce insanıdır.
Bu durum biraz şaşırtıcıdır. Çünkü, Demokrat İzmir’de başyazılarını yazana değin, eğer bahsettiğim erken/gençlik döneminin yazıları bir yana çıkılırsa (son derecede küçük bir birikimdir), İlhan, bir tek YÖN dergisine Paris’ten yazı göndermiştir. Onlar da derginin arka sayfalarında yayınlanan, bazen politikaya değinen, bazen de sosyal hayattan izlenimler aktaran yazılardır. Gayet çekingen, içe dönük makalelerdir, daha doğrusu ‘mektuplardır’. 1968’de evlendiği Biket İlhan, İzmir’e döndükten sonraki hayatını anlatırken bir yerde çalışmadığını, evde roman, şiir yazdığını ve annesiyle yaşadığını söyler. (Paris’ten, babasının ölümüyle birlikte annesinin yalnız kalması üstüne dönmüştür.[9]) Hatta evlenecekleri zaman İstanbul’a gidip senaryo yazarak geçimlerini sağlayıp sağlamayacaklarını araştırır ve çok umutsuz şekilde geri döner.[10] Sonra Demokrat İzmir dönemi başlar. Siyasi yazılarının gövdesini Demokrat İzmir’de yontar.
Ankara’ya geldikten sonra Yeni Ortam gazetesinde köşe sahibi olur. O gazetede kısa süre çalışır. Fakat YO serüveni özellikle önemlidir. Çünkü, İlhan’ı sonraki aşamalara taşıyacak hamlesi hemen hemen orada başlar. YO, dönemin sekter gazetelerindendir. Son derecede dar bir sol dünya görüşünü militanca savunur. İlhan’ın gazetede nasıl köşe yazarı olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir. Hatta eşinin anlattığına göre gazeteyi yönetmesi de istenir, Ankara’dan İstanbul’a taşınma hazırlıkları tamamlandıktan sonra İlhan, temaslarından mutsuz olur, yazılarına müdahale edileceği, editoryal bağımsızlığının olamayacağını görerek kararını geri çeker. İlhan, YO’da yazarken ve ayrıldıktan hemen sonra,1973 ertesinde gelişen ve kendisini bugüne taşıyan üç önemli oluşumu bir arada sürdürür.
* * *
İlki ve YO ile çelişkisini belirleyen, 1989’a kadar devam edecek olan sol görüşleridir.
İlhan, özellikle 1965’te Paris’ten döndükten sonra çok özgürlükçü ve çok yenilikçi bir solu benimser, Avrupa’nın o yöndeki gelişmelerini günü gününe izler. Dönemin doğurduğu Akdeniz Sosyalizmi kavramı, onca geç bir tarihte de olsa, sol, sosyalist, komünist, işçi partilerini zorlamakta ve onlardan ‘proleterya diktatoryası’ hedefini programlarından çıkarmalarını istemektedir. İlhan, o görüşü daha öncesinden beri savunmaktadır. 1970 tarihli Hangi Sol’un ilk baskısı edebiyatçıca bir düşünce çabasıdır ama özündeki görüş özgürlükçü sosyalizmdir. YO’da bu düşünceyi savunur ve gazeteyle ters düşer.
Öte yandan İlhan, Türkiye’deki solun temel tezlerine ve benimsediği kurumlara (Köy Enstitüleri, Halkevleri, klasiklerin çevrilmesi (daha doğrusu Batıcı bir kültür politikası) köy edebiyatı) tepeden tırnağa karşıdır ve düşüncelerini çok güçlü bir şekilde savunmaktadır. Kopmanın pimi hiç beklenmeyen bir yerde çekilir. İlhan, köy edebiyatı konusunda Fakir Baykurt’la bir polemiğe girer ve o edebiyatı müthiş bir şekilde ezerek mahkûm eder.........
© T24
