menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir diktatörlük hikâyesi

32 5
06.07.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

06 Temmuz 2025

Latin Amerika, diktatörleriyle ünlü bir bölge. Öyle ki bunun için özel bir kelime bile icat edilmiş: Caudillo!

Caudillo, aslında 19. yüzyılın başlarındaki bağımsızlık savaşlarında öne çıkan askerî liderleri tanımlamak için kullanılmış bir kavram. Latincede “baş” anlamına gelen caput kelimesinin küçültülmüş hali olan capitellus’tan türetilmiş. “Elebaşı” ve “komuta eden kişi” gibi anlamlara geliyor.

Bağımsızlık savaşlarında kitleleri etkileyen ve harekete geçiren karizmatik liderler caudillo olarak anılmış. Ancak bağımsızlık kazanıldıktan sonra iktidara gelen bu güçlü liderler, bütün gücü ellerinde toplayıp baskı rejimleri kurdukları için caudillo zamanla “diktatör” ile eş anlamlı hale gelmiş.

Öyle ki caudillo, kimi zaman Almanca führer ve İtalyanca duce kelimelerinin İspanyolca karşılığı olarak kullanılıyor. İspanya’yı 36 sene yöneten ve “son faşist diktatör” olarak anılan Francisco Franco’nun caudillo lakabını gururla sahiplenmiş olmasının bunda payı olduğu aşikâr.

Elbette Franco, bu kelimeye olumsuz bir anlam atfetmiyordu. “Caudillo” bugün hâlâ tartışmalı bir kavram ve kimilerine göre kelimeyi pejoratif anlamından sıyrılıp ilk haliyle kullanmak gerek. Zira, güçlü liderliğin, “olumlu” ve “gerekli” bir olgu olduğu ve Latin Amerika tarihindeki kimi caudillo’ların yapıcı bir potansiyele sahip olduğu vurgulanmak isteniyor.

Bütün caudillo’ların aynı kefeye konamayacağı görüşü de bu bağlamda öne çıkıyor. Buna göre, “barbar caudillo’lar ve “medeni caudillo’lar” arasında bir ayrım yapmak gerek.

Bugün caudillo denilince akla gelen ilk şey ise basmakalıp bir Latin Amerika diktatörü imgesi. İktidarlarını kişiselleştirmekte en ileri safhaya geçerek ülkelerini bir “aile şirketi” haline getiren Nikaragualı Diktatör Anastasio Somoza ve Dominik Cumhuriyetli Diktatör Rafael Trujillo, bu imgeyi canlandıran en ünlü örnekler arasında.

Ve elbette, sadece sıradan insanları değil kendi askerî tabanını da olağanüstü bir şekilde manipüle edebilen ve “caudillo supremo” haline gelen, yani caudillo olgusunu en üst seviyeye taşıyan Şilili Diktatör Augusto Pinochet

Caudillo geleneğinin, Latin Amerika siyasetine çok güçlü bir miras bıraktığı söylenebilir. Bu geleneğe dayalı siyaset biçimi (caudillismo) günümüzde çoğunlukla karizmatik liderlik, bürokratik otoriteryanizm, popülizm ve hiper-başkanlık ile ilişkilendiriliyor.

Bu tartışmaları başka bir zamana bırakarak, bir diktatörü ortaya çıkaran koşulları kurmaca bir eser aracılığıyla ele almakta fayda var. Nitekim 1961’de yayımlanmış bir diktatörlük romanının güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olması da tartışılmayı sonuna kadar hak ediyor.

Litvanya doğumlu Fransız yazar Romain Gary (1914-1980), 20. yüzyıl edebiyatının en önemli isimlerinden biri. Sadece usta bir kalem değil, aynı zamanda savaş pilotu, diplomat, senarist ve yönetmen. İkinci Dünya Savaşı’nın vahşetini, sömürgeciliği, faşizmi, açlığı, yoksulluğu ve yaşlılığı hep o kendine özgü mizahi üslubuyla kaleme alan ve yürek burkarken bir yandan da gülümsetebilen eşsiz bir yazar.

Benim için onu özel kılan ise yalnız yaşayan yoksul bir kadın tarafından yetiştirilmiş ve annesinin hayat mücadelesi sayesinde feminist bakış açısını çok erken yaşta içselleştirmiş olması. Onun roman kahramanları, her zaman fahişeler, metresler ve başkaları için “günahkâr” ve “ahlaksız” olan kadınlardır. Eserlerinde öne çıkan isyan duygusunun bu kadar güçlü olması, hayatı boyunca ayrımcılığın her türlüsüne karşı durabilmiş olmasından kaynaklanır. Irkçılığa, cinsiyetçiliğe ve sınıfsal eşitsizliklere karşı direniş, onun için hep aynı mücadeledir. Başka türlüsünün de mümkün olamayacağını iliklerimize kadar hissettirir.

Sel Yayınları bir süredir, Gary’nin Türkçe baskısı tükenmiş olan eserlerini yeniden yayımlıyor. İlk baskısı 1998’de Can Yayınları tarafından yapılmış olan Yıldızyiyiciler de bu yıl Sel’in yeni edisyonuyla, Birsen Uzma’nın Türkçesiyle okuyucularla buluştu.

Yıldızyiyiciler, zalimlikte sınır tanımayan bir diktatör tarafından yönetilen hayali bir Orta Amerika ülkesinde geçiyor. Ancak Gary’nin resmettiği toplumsal koşullar o kadar tanıdık ki tiranlarla halk kesimleri arasındaki o eski hikâye bir kez daha canlanıyor gözümüzde ve şu temel sorular üzerine düşünürken buluyoruz kendimizi: “Bir diktatör nasıl yetişir?”, “Diktatörlükler nasıl filizlenir, nasıl hüküm sürerler?”, “Diktatörü iktidarda tutan şey nedir?”

Ya da Rus yazar Mihail Şişkin’in ifadesiyle:

“Diktatörler ve diktatörlükler mi bir köle nüfusunu yaratır, yoksa kölelerden oluşan bir topluluk mu diktatörleri doğurur?”

1956-1961 yılları arasında, Soğuk Savaş’ın en gerilimli aşamasında Fransa’nın Los Angeles Başkonsolosu olarak görev yapan Gary, belli........

© T24