Bahadır Erdem: Türkiye, gösterilmeyen sevgilerin ülkesi, bunu artık aşmak zorundayız!
Diğer
04 Mayıs 2025
Bahadır Erdem
Akademisyen, hukukçu, siyasetçi Bahadır Erdem bir roman yazdı.
Evet, yanlış okumadınız: Roman.
Şaşırdınız mı? Şaşırmayın demek isterdim ama haklısınız.
Çünkü onu yıllardır ekranlarda hukukçu ve siyasetçi kimliğiyle tanıyorsunuz.
Ama bu kez karşımızda bambaşka bir Bahadır Erdem var: Yüreğinin “çocuk yerinden” yazan, kırılganlığını saklamayan, sevgisizliğin izini süren bir yazar.
Kırmızı Kedi’den çıkan Baba Oğul Hikâyeleri, onun deyimiyle uzun yıllardır çekmecesinde bekleyen bir metin.
Bir ilk roman.
Ama içeriği sahici ve sıcacık. Malatya’dan Moda’ya uzanan bir aile tarihi.
Kadınların dönüştürücü gücü…
Anneler, büyükbabalar, büyükanneler, oğullar, halalar, teyzeler…
Ve her satırda yankılanan hüzünler, şefkat eksikliği ve sevinçler.
Baba Oğul Hikâyeleri, zaman zaman çocuğun şaşkın bakışıyla, zaman zaman da yetişkinin pişmanlığıyla anlatılıyor.
Bir yanıyla çocukluğa, diğer yanıyla babalığa tutulan içten bir ışık bu. Ve Bahadır Erdem’in sözleriyle: “Babaların iktidar koltuklarını kolay kolay bırakmaması sadece siyasetin değil hayatın da meselesi.”
T24 stüdyolarında buluştuk. Baba Oğul Hikâyeleri üzerinden yalnızca edebiyatı değil, geçmişi, çocukluğu ve kaçınılmaz olarak siyaseti de konuştuk. Çünkü o da söylüyor: “Hayatın olduğu yerde siyaset vardır.” Sohbetimizde bir romanın arka planını değil, Bahadır Erdem’in iç dünyasını da bulacaksınız.
Hazırsanız başlayalım.
- Roman yazmanız herkesi şaşırttı. Baba Oğul Hikâyeleri’nde yalın ama çarpıcı bir dil kuruyorsunuz; duyguları abartmadan ama tam yerinden yakalıyorsunuz. Kitap fikri nasıl doğdu?
Aslında öğrencilik yıllarımdan beri hep yazarım. Edebiyata meraklı biriyim. Zaten edebiyata, psikolojiye, sosyolojiye ilgisi olmayan biri iyi bir hukukçu da olamaz. Tiyatroya da büyük bir ilgim var. Hatta bazen diyorum ki, keşke tiyatrocu da olabilseydim! İnsanın bir ömre birkaç hayat sığdırması mümkün değil ama hayalleri çok oluyor. Yol sizi bir yere götürüyor. Benim yolum önce hukukçuluğa, sonra hocalığa çıktı ki bundan çok mutluyum. Ama edebiyat tutkusu hep içimdeydi. Bu kitap fikri aslında uzun zamandır vardı. Yazmaya hep devam ettim, bilgisayarımda hep bir şeyler duruyordu. Baba Oğul Hikâyeleri biraz geç, 58 yaşında geldi ama içimden gelendi. Bu ilk meyve.
- Yazı yolculuğuna devam edecek misiniz?
Evet. Kesinlikle istiyorum. Aslında bu kitabı 2019–2020 gibi yazmıştım. Ancak araya siyaset girdi, Türkiye’nin hali, memleketin gündemi. “Otur şimdi, sırası değil,” dedim kendime. Sonra bir yerde durup, “Ya yapacaksın ya yapacaksın” dedim ve tamamladım. Kırmızı Kedi’den çıkması da ayrıca çok mutlu etti. Çok sevdiğim bir yayınevi. Şimdi tek dileğim şu: Severek yazdığım bu karakterleri “okur” da sever mi, onlarla buluşur mu? Türkiye’nin gündemi çok ağır, evet. Ama bu kitabın içinde gerçekten iyilik var. Eski Türkiye’yi özleyenler için o değerlere dair çok şey var: Aile var, sevgi var. Ve özellikle kadınlar var. Bu bir kadın kitabı aslında. Kadınların gücünü anlatıyor. O güçle neleri değiştirebileceklerini. Ve tabii, babamın duyguları da var.
- Kitabı bitirdiğimde içimde tek bir cümle yankılandı: “İyilik iyidir.” Kitabın okuyucularda nasıl bir duygu bırakmasını istersiniz?
Tam da istediğim şey bu! Gerçekten içinde iyilik olan bir kitap bu. Çünkü hayat zor. Ama o zorluğun içinde iyi olmayı, hatta mutlu olmayı biz seçmeliyiz. Hayat kimseye sürekli mutluluklar sunmuyor. Hepimizin başına zorluklar geliyor. Önemli olan, o zorluklar içinde dirayetli kalabilmek, onurlu durabilmek ve sevgimizi gösterebilmek. Görülmeyen sevginin hiçbir anlamı yok. Ben bu kitapta sevginin gösterilmesinin, paylaşılmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmak istedim. Ve şuna inanıyorum: Bir çocuğun küçükken aldığı sevgi, sadece anne baba değil, ailede kim varsa; anneanne, babaanne, kardeş onların verdiği sevgi, ilerde karşılaşacağı hayat zorluklarında onun içindeki özgüvenin temelini oluşturuyor. O çocuklukta alınan sevgi kolay kolay telafi edilemeyen bir şey. Ve o sevgi, insana ömür boyu güç veriyor.
- Baba Oğul Hikâyeleri’nde anlatım zaman zaman çocuğun şaşkın bakışıyla, zaman zaman da yetişkinin pişmanlığıyla ilerliyor. Anlatıcı bakışını değiştirmek, hikâyelerin duygusal yoğunluğunu artırdı mı? Yoksa yazarken bir zorluk yarattı mı?
Hiç zorlamadı diyebilirim. Çünkü yüreğimi açarak yazdım. Bu kitap, çocuk yüreğimden gelen duygularla yazıldı. Çok şeffaf bir metin. Okuyanlardan biri, çok kıymetli hocam Prof. Dr. Aysel Çelikel’dir. Okuduktan sonra bana dedi ki: “Bu kadar içten nasıl yazdın? Her şeyi bu kadar açıkça nasıl paylaştın?” Çünkü çoğu insan yapmaz bunu. Ama ben şuna inanıyorum: Herkesin anlatacak bir hikâyesi var. Her hayat, ister istemez bir romana dönüşebilir. Bunun için olağanüstü bir şey yaşamış olmanız gerekmiyor. Önemli olan o hayatı nasıl anlattığınız: samimiyetle mi, içtenlikle mi, cesaretle mi? Ben duygularımı hiç saklamadan, şeffaf bir şekilde aktardım.Yalnız bazı bölümler vardı ki duygusal olarak çok zorlandım. Yazarken ağladığım, durup tekrar başladığım yerler oldu.
- Yazmak iyi geldi değil mi? Geçmişe dönmek bir tür terapi etkisi yarattı mı?
Kesinlikle! Emin olun, yazmak insana iyi geliyor ve ben bunu herkese tavsiye ederim. Zaten bu, psikoterapide de kullanılan bir yöntem. Psikologlar, psikiyatristler danışanlarına yazmayı önerebiliyor. Çünkü geçmişle yüzleşmek, onu anlatmak ve dışa vurmak insanı iyileştiriyor. Yazmak, insanı geçmişiyle barıştırıyor. Baba Oğul Hikâyeleri zor bir alan: Çünkü babalar genellikle oğullarının mükemmel olmasını ister. Aynı zamanda iktidarlarını da kolay kolay paylaşmak istemezler özellikle Anadolu’da bu daha belirgindir. Bu kitapta farklı aile yapıları var. Ben de kendi ailemden yola çıkarak yazdım. Babam Malatyalı, Darendeli. 11 yaşında ailesinden ayrılıp okumaya gitmiş, tek başına bir hayat kurmuş, çok da başarılı olmuş bir adam. Annem ise Kadıköy Modalı, Aydın kökenli, İstanbullu bir aileden. Ailede Girit’ten gelen bir taraf da var. Annemin anneannesi Giritliydi. Hatta onun hikâyesini de yazacağım. Kararlıyım. Haminnem, ben beş buçuk yaşındayken vefat etti ama ailemizde onun hikâyeleri, sevgisi hep anlatılır. Ben ailede sevginin, hikâyelerin ve hafızanın nesilden nesle aktarılmasının çok kıymetli olduğuna inanıyorum. O yüzden mitokondri meselesine de takığım. Yani evet, biyolojik olarak annenin mitokondrisi kız çocuklarına geçiyor deniyor ama bence o duygu oğullara da geçiyor. Sevgi, aidiyet ve duygu aktarımı sadece genetik değil; bağ kurarak, değer aktararak oluyor. Bu yüzden herkes kendi ailesinin geçmişini araştırmalı, yaşlılar hayattayken sormalı. "Anneanneniz çocukken nasıldı?" "Nereden geldiler?" "Türkiye nasıldı?" Bunları öğrenmeden bugünü sağlıklı değerlendiremeyiz. Bugünümüzü hazırlayan dünse, o dünü anlamadan psikolojik olarak ilerleyemeyiz. Ben geçmişe hep olumlu bakmayı tercih ederim. Kötülükle oyalanmak, insanı aşağı çeker. Bardağın boş tarafına değil, dolu tarafına odaklanmak gerekir. Çünkü kimsenin hayatı sadece dolu değil. Ama elindekine tutunursan, onu büyütme gücünü de bulursun. Ve çocuklukta alınan sevgi, aileden gelen sevgi o bardağın en dolu yeridir. İnsanı ayakta tutan şey odur.
- Romanınızda otobiyografik öğeler var, her şey şeffaf şekilde aktarılmış. Gerçekleri yazmaktan endişe duydunuz mu?
Hiç duymadım. Çünkü ben yaşadıklarımdan da, ailemden de gurur duyuyorum. Duygularımdan da öyle. Onları saklamaya hiç ihtiyaç duymadım. Ben o çok sevdiğim Modalı kadınlarla büyüdüm. O Moda'nın kentli kültürü, sevgisi, paylaşımı, bayram sofraları, acıyı birlikte taşıma hali. Hepsi benim içimde hâlâ çok canlı. Babamı da, babamın ailesini de. Zorluklarıyla, güzellikleriyle birlikte yazmak bana iyi geldi. Çünkü insan kendini severse, başkalarını da sevebilir.
- Babanızla ilişkiniz nasıldı?
Babamla ilişkim, kitapta da göreceğiniz gibi, klasik Anadolu kültürünün içinden gelen bir ilişkiydi. Yani sevgiyi kolay kolay gösteren biri değildi. Bu, biraz da yaşadığı dönemin ve yapının sonucu. Feodal bir yapıdan geliyordu; o da sevgiyi hiç görmemişti ki nasıl göstereceğini bilsin? Küçükken, çocukluğumda, ondan sevgi gördüm. O dönemlerde çok güzeldi. Ama ben büyüdükçe işler biraz değişti. Belki beklentiler arttı “oğlum şöyle olsun, böyle olsun” gibi. Belki de tek çocuk olmamdan dolayı, eşinden bile kıskanır hale geldi bilmiyorum. Ama şunu çok net söyleyebilirim: Ben babamın beni sevdiğini her zaman bilirdim. Bana bir kez bile şiddet uygulamadı. Fiziksel ya da duygusal bir aşağılama yaşamadım. Öyle şekilci bir saygı anlayışı da yoktu “bacak bacak üstüne atmayacaksın” gibi saçma sapan kuralları hiç olmadı. Allah rahmet eylesin, hem........
© T24
