menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İbn Haldun bu işe ne diyor?

45 27
13.09.2025

Diğer

13 Eylül 2025

CHP İstanbul İl Başkanlığı polis tarafından çembere alındı

Günümüzün iktidarlarını anlamak için İbn Haldun (ö. 1406) hâlâ ihmal edilmemesi gereken bir düşünür, çünkü onun devlet ve toplum analizleri zamanlar üstü, evrensel bir nitelik taşıyor. Haldun, devletlerin yükseliş ve çöküşlerini toplumu bir arada tutan ve ona güç veren “asabiyet” gibi sosyolojik bir dinamikle açıkladı. Teorisi sayesinde, bir iktidarın halktan nasıl bu kadar güçlü bir destek alarak yükseldiğini, sonra bozulup ilk günkü dayanışma ruhunu nasıl kaybettiğini anlayabiliyoruz. Bu yaklaşım, siyaseti kişisel liderlik hikâyelerinin ötesine taşıyarak, modern çağın popülist hareketlerini, toplumsal kutuplaşmayı ve siyasi değişimleri incelemekte bize güçlü bir çerçeve sunuyor.

Günümüz Türkçesinde asabiyet kelimesi sinirlilik ya da öfke hali olarak algılansa da İbn Haldun’un bu kelimeden anladığı farklıydı: asabiyet, bir topluluğun dayanışma gücü, ortak bir amaç etrafında kenetlenme iradesiydi.

Haldun yaşadığı çağ ve coğrafyada iki farklı insan topluluğu gördü: Biri göçebeler (Arapça bedâvet), diğeri ise yerleşikler (Arapça hadâret). Haldun’a göre göçebelik, hayatın en zorlu sınavlarındandı. Bir yandan çok zor koşullarda hayatta kalmak zorundasınız, bir yandan da düşmanlardan korunmak. Bu iki yönlü mücadele tek başına verilemezdi, çünkü doğanın acımasızlığı karşısında insanın insana ihtiyacı hayati önem taşıyordu. Bu da kaçınılmaz olarak bir asabiyet ruhu gerektiriyordu. Birlikte hareket etmedikçe ayakta kalmak imkânsızdı.

Öte yandan şehirde yerleşik bir hayat sürmek, görece rahat bir yaşamın kapısını aralar. Ancak bu rahatlık, aynı zamanda sinsi bir tehlike barındırır. Zamanla insanlar, kendi güvenliklerini ve sorumluluklarını başkalarına, yani yöneticilere devretmeye başlar. Bu durum, özellikle otoriter bir liderin baskısı altında yaşayanlar için daha da belirgindir. Baskı, insanların sorgulayıcı ruhunu yavaş yavaş öldürür. İtaat yegâne erdem haline gelir. Herkes, başkalarının ne yapacağını bekler, adeta uyuşuk bir sürünün parçası olur. Bu durum tek bir nesilde ortaya çıkmaz; nesilden nesile aktarılarak bir alışkanlığa dönüşür. İnsanlar, kendi güçlerine inançlarını yitirir. Yani merkezin gücü arttıkça asabiyet duygusu zayıflar.

Göçebeler güçlü asabiyetleriyle diğer topluluklar üzerinde üstünlük kurar. Bu dayanışma ruhu, onlara savaşma ve fetih enerjisi kazandırır. Zamanla asabiyeti zayıf yerleşik halkların şehirlerini fethedip iktidarı ele geçirirler. Başlangıçta bu yeni iktidar, kabilevi asabiyetin ürünü olduğu için disiplinli ve güçlüdür. Böylece bedevîler “mülk,” yani siyasi iktidarı kurar ve devleti inşa ederler.

İbn Haldun’a göre iktidar, yalnızca güçlü ve kudretli olmakla elde edilemez. Bir iktidarın kalıcı olması için, gücün yanında ahlaki üstünlüğe de ihtiyacı vardır. Bu, iktidarın sahip olduğu gücü adaletle, iyilikle ve erdemle kullanabilme yeteneğidir. İnsanların iktidara yalnızca kuvvetinden dolayı değil, aynı zamanda doğru, adil ve ahlaklı olduğu için de saygı duyması gerekir. Eğer bu koşul geçerli değilse, iktidar kaçınılmaz olarak bir zulüm ve zorbalık mekanizmasına dönüşmüş demektir. Sadece güce dayanan bir yönetim ise, ahlaki meşruiyetini yitirdiğinden ayakta kalamaz ve eninde sonunda yıkılır.

Haldun’un zamanından bu yana altı yüz küsur sene geçti. Göçebe toplumlar yeryüzünde hâlâ var, ama yaşam koşulları değiştiği için (artık cep telefonları var) hem eski asabiyetlerine sahip değiller, hem de yerleşikler onların alt edemeyeceği kadar güçlü.

Günümüz toplumları da İbn Haldun’un yerleşik ve göçebe kavramlarına benzer bir farklılaşmayı barındırıyor. Modern yerleşikler, siyasete ve kamuoyuna yön verme gücüne sahip aktörlerden oluşuyor. Medya, akademi, yüksek bürokrasi ve büyük sermaye grupları yalnızca karar alma süreçlerini etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal normları ve değerleri de belirliyor. Bu kesimler devlet gücünü kullanma, kültürel hegemonyayı kurma ve küresel ağlarla bağlantı kurma imkânına sahip. Haldun’un yerleşiklerde gördüğü “rahatlık ve gevşeme” bugün de geçerli.

Günümüzün “göçebeleri” ise karar alma süreçlerinden dışlanmış, hatta bu süreçlerin sık sık mağduru haline gelmiş, merkezin sunduğu ekonomik imkânlardan yeterince faydalanamayan, sosyo-ekonomik olarak dezavantajlı toplum kesimleri. Siyasetteki rolleri genellikle oy vermeye indirgendiğinden sadece seçim dönemlerinde baştacı ediliyorlar. Fakat dışlanmışlıklarının yarattığı toplumsal bağları ve kolektif öfkeleri, İbn Haldun’un göçebelere yüklediği dinamizme benzer biçimde, güçlü bir asabiyet kaynağına dönüşebilir. Bu nedenle modern “göçebeler” edilgen bir kitle olmaktan öte, siyaseti sarsacak ve yeni güç dengeleri kuracak potansiyelleri de barındırır.

* * *

Artık Haldun’un devletin merhaleleri (o bunlara devletin tavırları diyordu) modelini günümüz Türkiye’sine uyarlayabilecek hale geldik. Bu yazının amacı açısından “devlet” yerine “iktidar” kelimesini kullanacağım. Zaten İbn Haldun’un zamanında modern çağdaki gibi devlet ve iktidar ayrımı yoktu; devlet, esas olarak iktidarın kendisiydi. (Metinde “devlet” yerine “iktidar” kelimesini kullandığımda kelimeyi siyah karakterle yazacağım.)

Geçmişte devletlerin yükseliş ve çöküşünde belirleyici olan asabiyet kavramı, modern Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde de iktidarların yükseliş ve zayıflamasında güçlü bir karşılık bulur. 20. yüzyıl Türkiye’sinin “yerleşikleri,” cumhuriyetin kurucu elitleri ve dayandıkları toplum kesimleriydi. Batılılaşmacı bir yaşam tarzını benimsemiş ve bunu kamusal alanın tek geçerli normu haline getirmişlerdi, seküler değerleri ve tüketim kültürünü benimsiyor, sahip oldukları sosyal ve kültürel sermaye ile statüsünü koruyor ve toplumun geri kalanından kolayca ayrışıyorlardı. Devlet eliyle örgütlenen bürokrasi, eğitim sistemi, ordu ve yargı gibi kurumlar bu yaşam tarzını koruyan kaleler haline gelmişti. Böylece “yerleşikler,” yalnızca siyasal karar alma süreçlerinde değil, kamusal alandaki görünürlük ve meşruiyet alanlarında da belirleyici bir hâkimiyet kurdular; toplumun geri kalanıyla aralarındaki mesafe giderek açıldı.

Buna karşılık aynı yüzyılın “göçebeleri,” kamusal alandan dışlanan, geleneksel yaşam tarzlarını ve dini pratiklerini görünür kılmakta zorlanan kitlelerdi. Başörtüsü yasağı gibi eğitim ve kamusal alan kısıtlamaları, askerlik ve devlet kadrolarında karşılaştıkları engeller, onların sisteme eklemlenmesini büyük ölçüde engelledi. Ancak bu dışlanma, paradoksal biçimde, Haldun’un teorisini doğrularcasına güçlü bir asabiyetin doğmasına yol açtı. Marjinalleştirilen kesimler, kendi aralarında daha sıkı bağlar kurarak dayanışmalarını güçlendirdi. “Yerleşiklerin” dayattığı düzenin dışında kendi değerlerini yaşatmanın yollarını bulmaları, bu çevreyi ileride siyasetin en dinamik unsuru haline getirecek enerjiyi biriktiriyordu.

Merkezdeki yerleşikler ise zamanla İbn Haldun’un bahsettiği “teşebbüs gücünü” yani yenilik yapabilme ve toplumu sürükleyebilme enerjisini kaybetmeye başladılar. Statükoyu koruma refleksi, onları hem toplumun geniş kesimlerinden kopardı hem de iç dinamizmlerini aşındırdı. Demokratik siyaset içinde dahi, iktidarı elde tutma kaygısı, toplumsal taleplerle bağlarını zayıflattı. 28 Şubat sürecinde görüldüğü üzere, zorbalığa dayalı müdahaleler ve baskılar “yerleşiklerin” ahlaki üstünlüklerini kaybetmelerine yol açtı. Dayandıkları kitleler de kendi siyasi iradelerini “ata kültü” etrafında şekillenen bir kutsiyet anlayışına teslim ederek sorgulama ve itiraz yeteneklerini yitirdiler. Cumhuriyetin kendini yenilemesi gerektiğini dile getiren önerilere karşı gösterilen şiddetli direnç, muhalif seslerin........

© T24