Tanrı’dan başka her şeye inanmak: Dinlerin siyasallaşması
Diğer
31 Ağustos 2025
“Bir iktidar ne kadar kalıcı olursa, o kadar zalimleşir.”
-Simone Weil
Dinlerin siyasallaşması, insanın toplumsallaşma serüveniyle başlar. E bir arada olmak lazım tabii, yoksa “sürü” denilen yığın nasıl idare edilir? Hiçbir araç yahut sermaye dahi insanları bir arada tutmaya yetmediğinden -çünkü yetmez, insan yetinmek nedir bilmez- ilk topluluklardan modern ulus-devletlere kadar, din her zaman birleştirici bir güç ya da çatışma kaynağı olmuştur bu yüzden. Antik Mezopotamya’da tapınaklar da bu nedenle hem bir ibadet merkezi hem de ekonomik ve siyasi gücün toplandığı yerlerdi. Mısır’da firavunlar, tanrısal bir otoriteyle hükmederken, din, siyasi meşruiyetin temel dayanağıydı. Bu bağlamda, Max Weber’in “Din Sosyolojisi” adlı eserinde belirttiği gibi, din, toplumsal düzenin meşrulaştırılmasında bir "karizmatik otorite" kaynağı olarak işlev görmüştür. Weber, dinin siyasi otoriteyle simbiyotik ilişkisini, özellikle "teokrasi" kavramı üzerinden analiz eder ve dinî liderlerin, siyasi gücü ellerinde tutmak için kutsal anlatıları nasıl manipüle ettiğini de izah eder. Ancak Weber’in analizi, dinin yalnızca bir araç olduğunu ima etmez; aksine, “dinin kendisi, bireylerin ve toplulukların anlam arayışını şekillendiren bir güçtür” de der. Bu noktada, dinlerin siyasallaşması, sadece elitlerin bir manipülasyonu ile toplumsal taleplerin ve kolektif bilincin bir ürünü haline gelir.
Antik dünyada din ve siyasetin bu iç içe geçmişliği, Orta Çağ’da daha da belirgindir. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmesiyle (MS 313, Milano Fermanı), kilise, siyasi otoritenin hem müttefiki hem de rakibi olmuştur. Aziz Augustinus’un “Tanrı Devleti” adlı eseri, bu dönemde din ve siyaset arasındaki gerilimi anlamak için kilit bir kaynaktır. Augustinus, dünyevi krallıkların geçici olduğunu, asıl meşruiyetin Tanrı’nın krallığında yattığını dile getirir. Ancak bu teolojik duruş, kilisenin siyasi güçle uzlaşmasını engellemez; kilise, imparatorların taç giyme törenlerini yöneterek siyasi otoriteye kutsal bir meşruiyet sağlar. Bu durum, dinin siyasallaşmasının erken bir örneğidir ve modern dünyadaki din-siyaset ilişkilerinin temelini oluşturur. Ancak Augustinus’un ideali, dinin siyasetten bağımsız bir ahlaki otorite olması gerektiği yönündeyken, pratikte kilise, siyasi güçle ikiyüzlü bir ilişki kurar ve bunu geliştirir. Bu da dinin siyasallaşmasının ilk paradoksudur: Din, ahlaki bir rehber olarak ortaya çıksa da, siyasi güçle birleştikçe kendi özünü yitirme riskiyle karşı karşıya kalır. Çünkü kaçınılan tek şey güçler ayrılığıdır.
İslam dünyasında ise, din ve siyaset ilişkisi, başlangıçtan itibaren farklı bir seyir izlemiştir. Hz. Muhammed’in hem dini hem de siyasi lider olması, İslam’ın erken döneminde din ve devletin birliğini kaçınılmaz kılmıştır. Karen Armstrong’un “İslam: Kısa Bir Tarih” adlı eserinde belirttiği gibi, İslam, bir din olarak doğarken aynı zamanda bir siyasi proje olarak da şekillenmiştir. Bütün dinlerin insanda yarattığı tahayyül -hükmetme isteği- bunu gerektirmiştir. Bu konuda bir hatırlatma olarak, “Medine Vesikası”, farklı dinî grupları bir arada tutan bir siyasi sözleşme olarak da İslam’ın siyasallaşmasının nedenlerini ayrıca içeren bir metin olarak akıllara gelmesi gereken bir metindir. Ancak bu birlik, Hz. Muhammed’in vefatından sonra mezhepsel ayrışmalar ve siyasi çekişmelerle ortalığı velvele yellerine teslim etmiştir. Emevîler ve Abbasîler döneminde, halifelik makamı, dinî otoriteyle siyasi gücü birleştiren bir kurum olarak yükselirken, İslam dünyasında dinin siyasallaşmasının diğer bir tarihsel örneğidir ve modern İslamcılık hareketlerinin köklerini anlamak için de bir referanstır. İslam’ın siyasallaşması, her zaman teokratik bir yönetim anlamına gelmez; örneğin, Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlık makamı, dinî otoriteyi temsil etse de, padişahın siyasi otoritesine tabiydi. Bu, dinin siyasallaşmasının farklı formlar alabileceğinin de bir göstergesidir. Bugün bile.
Modern dünyaya geldiğimizde, dinlerin siyasallaşması, sekülerleşme ve modernleşme süreçleriyle yeni bir boyut kazanmıştır. Aydınlanma dönemi, dinin toplumsal hayattaki rolünü sorgulayan bir dönüm noktası halini aldı. John Locke’un “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” adlı eseri, dinin bireysel bir inanç meselesi olması gerektiğini ve devletin dinî meselelere karışmaması gerektiğini öne sürdü. Bu elbette apaçık, sekülerizmin odak noktalarından biridir ve modern Batı demokrasilerinin çoğunda din-siyaset ayrımının temelini........
© T24
