Şam izlenimleri: Suriye’de son durum ne, kalıcı barış için neler yapılabilir?
Diğer
03 Temmuz 2025
Emekli büyükelçi Aydın Adnan Sezgin
Suriye krizinin başından itibaren AKP iktidarının izlediği tutumun topyekûn hatalı olduğunu yıllardan beri söylüyor, nedenlerini izah etmeye çalışıyorum.
Herhangi bir ülkenin dış politikasının temel kuralı, yakın çevresinde ve özellikle sınırlarında dış güvenliğini sağlamaktır. Yanlışlar silsilesi, yanlışları onarma gayretleri ve yeniden yanlışlar toplamından oluşan Türkiye’nin Suriye’yle ilgili tutumu bunun tam tersi sonuçlar vermiştir, çok ağır maliyet yaratmıştır.
Bugün Türkiye’nin ulusal güvenlik açısından birincil hedefi bu yanlış tutum sebebiyle Suriye’den kaynaklanan vahim sorunların üstesinden gelmek, risk ve tehditleri 2011’deki düzeye indirmektir.
2024 Aralık ayından itibaren Suriye denkleminin merkez unsuru haline gelen İdlip yıllar boyunca Türkiye’ye ağır zararlar verebilecek tehlikelerle dolu bir infilak zeminiydi. Astana Mutabakatı’nda (Mayıs 2017) belirlenmiş olanlardan geriye kalan tek “Güvenlikli Bölge” olarak İdlip 2 milyonu yerinden edilmiş siviller ve muhalifler olmak üzere 3 milyondan fazla insanın zor koşullar altında yaşadığı, siyasal ve kültürel eğilimler açısından karışık, silahlı gurupların kol gezdiği, hemen yanı başımızda patlamaya müsait bir mühimmat deposu gibiydi. Bölgenin Türkiye için oluşturduğu riskler AKP iktidarı tarafından bilinçli şekilde belirlenen bir hedef uğruna alınmış riskler değildi. Aksine, Türkiye’nin mecbur kılınarak tabi tutulduğu bir durum söz konusuydu. İdlip, Suriye’de rejimi tek başına devirecek bir örgütlenme alanı olarak değil, barındırdığı risk ve tehditler denetim altına alınması gereken bir sığınma bölgesi olarak görülüyordu. Esad’ın ordusunun, Suriye’deki Rus hava kuvvetlerinin, İran’ın vekil örgütlerinin İdlib'e saldırılarını caydırmak ve İdlip’den sınırımıza doğru oluşabilecek tehditleri önlemek için Hatay sınırında ve İdlib'in derinliklerinde 10 bin civarında askerimiz konuşlandırılmıştı. Askerlerimizden 34’ü kol uçuşu yapan Rus ve Suriye uçaklarının açtıkları ateşle Şubat 2020’de şehit edilmiştir.
Hey’etü Tahriri’ş Şam (HTŞ) İdlip’i halkın çoğunluğunun zımni rızasıyla nispeten düzgün bir şekilde yönetiyordu. Zaman zaman HTŞ’nin silahlı gücünün Türkiye’ye bağlı “Suriye Milli Ordusu”yla çatıştığı da oldu. İdlip özelinde Türkiye ve bazı Batılı ülkeler arasında danışmalar, askeri ihtiyat planları yapıldığı artık sır olmaktan çıkmıştır. Ancak, HTŞ’nin sınırlı silahlı gücünün tek başına Suriye’de devrim gerçekleştirmesi beklenmiyordu. HTŞ’nin 50 küsür yıllık Esad klanı rejimini sınırlı bir silahlı güçle devirmesi, istisnai bazı koşulların eş zamanlı olarak bir araya gelmesinin sonucudur. Rusya-Ukrayna savaşının Moskova’nın Suriye enerjisini azaltması, İsrail’in İran’ı ve bölgedeki silahlı örgütlerini esaslı şekilde yıpratması, HTŞ’nin dışarıdan ve yakınındaki muhalif örgütlerden destek sağlama yeteneğini güçlendirmesi gibi gelişmeler HTŞ’nin başarısında belirleyici oldu.
HTŞ artık Suriye’nin büyük bölümünü fiilen yönetiyor. Uluslararası ilişkilerin tahlilinde sahadaki gerçekler ve güç dengeleri esastır, bugünün değerlendirmesi ve geleceğe dair öngörüler bu gerçeklerden hareketle ölçü içinde yapılmalıdır.
Türkiye’nin güvenliğini, dengelerini, gelecek projeksiyonlarını yakından ilgilendiren “yeni” Suriye hakkında sınırlı da olsa bir izlenim edinmek için E. Büyükelçi Ömer Önhon’la (*) birlikte haziran ayı başında Şam ve civarını ziyaret ettik. Suriye’ye Beyrut üzerinden karayoluyla tamamen sivil kimliklerimizle gittik.
İç savaş öncesinde, baba Esat dönemi dahil Suriye’yi birkaç kez ziyaret etmiş, krizi 2014’ün sonbaharına kadar görev yaptığım Moskova’dan olabildiğince yakın şekilde izlemeye çalışmıştım. Bu defa Suriye’ye giderken 13 yıl boyunca çok ağır iç savaş yaşamış bir toplumun bitkin, küskün, karamsar manzarasıyla karşılaşacağımı düşünüyordum. Oysa, daha Lübnan sınırını geçer geçmez şaşırtıcı derecede işlevsel bir yönetim, tebessümü eksik etmeyen görevliler, neşesi yerinde sıradan insanlarla karşılaştım. Gümrük kapıları genel idari yapının nasıl işlediğine, idari kapasiteye, bir yönetimin yurttaşlarına nasıl muamele ettiğine dair ipuçları veren mekanlardır. Gördüğüm manzara beklentilerimden çok daha olumluydu.
Golan tepelerinin doğusuna paralel Şam karayolu boyunca geçtiğimiz kontrol noktaları ve İdlipli olduğu bilinen görevliler de gayet düzgün bir tutum sergiliyorlardı.
Eski rejimin kalesi Şam kent merkezinin fazla zarar görmediğini duymuştum, ama bu sihirli şehrin insanlarının yılgınlık yaşadığını, temel belediye ve kamu hizmetlerinin sağlanamadığını, idari sistemin çöküntü halinde olduğunu tahmin ediyordum. Benzer ülkelerde başkentler parlatılan vitrinlerdir. Şam vitrin görüntüsünün ötesinde bir oturmuşluk izlenimi yaratıyor.
Başkent’te Suriyeli hiçbir resmi görevliyle bir araya gelmedim, ancak kayda değer sayıda insanla görüşme, sokaktakilerle konuşma, civardaki farklı yerlere, banliyölere gitme fırsatım oldu.
Şam’ın merkezi cıvıl cıvıl, insanları derin acılarını ve sorunlarını geride bırakmışlar gibi, şehrin hemen her yerinde canlı bir alışveriş faaliyeti var. İnsan manzaraları, toplumsal ilişkilerin dokusu geçmişe göre pek değişmemiş. Evet Şam kalabalıklaşmış, “taşralaşmış” ama hiçbir şekilde bir Cihadistan başkenti görünümünde değil. Savaş sırasında ve devrim sonrasında Şam nüfusunun 2 milyon civarında arttığı, 5 ila 6 milyon arasında bir sayıya yükseldiği söyleniyor. Demek ki, Suriye’de kalan Suriyelilerin yarısına yakını Şam ve civarında yaşıyor. Gözlem ve görüşmelerden çıkardığım sonuca göre, Suriye geçici Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın bazı söyleşilerinden okuduğumuz “umut yeşermesi hali” boş bir sözden ibaret değil, görüştüğüm ve konuştuğum herkes ümitvar gözüküyor. Bu iyimserlik, geleceğe umutla bakış sürdürülebildiği takdirde Suriye için en önemli ivmeyi oluşturacaktır. Sürdürülebilmesi için de ekonomi, güvenlik, adalet, özgürlükler ve eşitlik alanlarında somut katkılarla beslenmesi gerekecektir.
Yaygın iyimserlik halkın büyük çoğunluğunun Esad rejiminin ve saldığı korkunun tasfiyesinden duyduğu memnuniyetin bir sonucu. Yeni yönetimin toplumun rızasını üretebilmiş olması da iyimserliği destekliyor.
Konuştuğum Suriyelilerin bir kısmı bugün adil bir seçim yapıldığı takdirde Şara’nın açık ara kazanacağını öne sürdüler. Farklı dini, mezhepsel, kültürel ve ekonomik katmanlar barındıran, aşiret bağlarının kuvvetli olduğu Suriye toplumunda yeni yapılanan yönetimin böylesine bir onay görmesi önemlidir.
Ancak, Suriye toprakları şimdilik bölünmüş durumda, ülkede kalıcı barış ve istikrar henüz tesis edilememiş, bir devlet yapısı var ama cılız, fiilen kontrolü altındaki bölgeyi yönetme ve savunma kapasitesi, güvenliği sağlama yeteneği sınırlı, ekonomi günlük ihtiyaçları asgari düzeyde sağlamakta, nüfusun çoğunluğu açlık sınırında yaşamakta, ülkeye yönelik iç ve dış tehditler keskin, uluslararası düzeyde bir Suriye devleti var fakat pratikte egemenliği kısıtlı, özetle Suriye Arap Cumhuriyeti bir devleti tanımlayan tüm unsurlar itibariyle kırılgan, istikbali belirsiz.
Mevcut devasa güçlükleri aşmanın ilk koşulu Şara’nın uygulamada gördüğümüz pragmatist yaklaşımını sürdürmesidir. Geçici Anayasa’ya göre ve fiiliyatta tüm yetkileri kendinde toplamış olan Şara’nın bir siyasetçi ve yönetici olarak ideolojik geçmişini askıya alıp gerçeklere, iç ve dış güç dengelerine öncelik veren bir yönetim pratiğini yerleştirmesi olmazsa olmaz bir koşul olarak belirmektedir. Kişisel tarihi hakkındaki bilgilere göre Şara oluşan şartlara uyum sağlayabilecek esnekliği gösterebilmektedir. İyimser bakış bu özelliği zekânın işareti olarak yorumlar. Fakat gerçek niyet ve hedefleri hakkında bugünden bir iddia öne sürmek abestir, hakkındaki soru işaretleri sürecektir. Bu noktada birden fazla Suriyeliden Şara’nın aldığı bazı zorlayıcı kararları sosyal medyadan gelen tepkiler üzerine değiştirdiğini, halktan gelen taleplere duyarlılık gösterdiğini işittiğimi de belirteyim.
Suriye’de kalıcı barış ve istikrarın tesisi ekonomiyle doğrudan irtibatlıdır. Oysa, ekonominin sürdürülebilir biçimde işlerlik kazanması, halkın refah düzeyinin yükseltilmesi, ülkenin yeniden imarı Suriye içi dinamiklerden ziyade dış dünya tarafından alınacak inisiyatiflere göre belirlenecektir.
Bu nedenle yeni yönetimin esaslı ilk görevi siyaset alanındadır; ülkede çoğulculuğa da imkan tanıyan istikrar zemini hazırlamaktır. Mükemmel bir devlet yapısından, ulus oluşumundan, demokrasiden söz edebilmek için vakit henüz erkendir. Çoğulcu istikrarın sağlanabilmesi büyük bir başarı olacaktır. Bunun için önce devletin cılız mekanizması güçlendirilebilmeli, ahenkli bir toplumsal düzene doğru adım atılabilmelidir. Ahenkli bir toplumsal düzen için de vatandaşlarda ‘Suriyelileşme’ hissiyatının yeşerebilmesi sağlanabilmelidir. Bu hedefler, yönetimin uygun anlayışı ve tutumu benimsemesi durumunda ulaşılabilecek hedeflerdir. Aslında “yeniden inşa sürecini” vurgulayan geçici anayasa metni de bu hedeflerle örtüşmektedir. Bununla birlikte, anayasada yazılandan çok uygulamanın önemli olduğu tecrübeyle sabittir.
Hükümette bazı teknokrat bakanlara yer verilmesi, görünüşte de olsa kapsayıcı bir Bakanlar Kurulu oluşturulması, üst düzey birkaç göreve yurt dışında çalışan Suriyeli uzmanların getirilmesi, görevden uzaklaştırılan Esad dönemi memurlarından bazılarının geriye çağrılmaları yönetim aygıtındaki eksiklikleri giderme çabalarıdır. Esad dönemi kamu görevlilerinin topyekûn dışlanmamaları 2003’ten sonra Irak’ta yapılan yanlışların tekrarlanmayacağının işareti olarak görülebilir. Sivil ve askeri bürokraside, özellikle güvenlik kurumlarında İdliplilerin ve HTŞ’lilerin hakimiyeti çok işlenen bir konudur. Bugünkü aşamada siyasi yönetimin kendine en yakın personeli kullanma arayışını fazla yadırgamamak gerekir. Ne var ki, radikal selefi olarak tanınan bir kısım HTŞ’linin özellikle Millî Savunma Bakanlığında, ordu kademelerinde üst makam ve rütbelere getirilmeleri bazı çevrelerde kaygıyla karşılanmaktadır. Şara’nın atamalarda HTŞ içindeki dengeleri ve radikal kesimlerle ilişkileri de hesaba katması normaldir; ama doğru kıvamı tutturması da elzemdir.
Ordu ve diğer kurumlardaki eksikliklerin giderilmesi için Türkiye’den olduğu gibi yakın ülkelerden yardım sağlanması yoluna gidildiği bilinmektedir, ordunun alacağı şekil de SDG dahil tüm silahlı gruplarla müzakerelerin kesin sonucu ortaya çıktıktan sonra belirginleşecektir. Yapılanma süreci hem kurum ve kuralların güçlendirilmesi hem kadroların takviyesi açısından daha birkaç yıl gerektirecektir.
Geçici anayasanın üzerinde özenle durduğu adalet mekanizması da şikayetlere konu olmaktadır. Eski rejimin yargıç ve savcı kadrolarının önemli bir kısmının haklı nedenlerle tasfiye edilmiş olması, eski rejimle iş birliği yapan avukatların meslekten menedilmesi personel eksikliğine yol açmıştır. Yeni yapının henüz tam kurulamamış olması özellikle mahkemelerin işleyişinde aksaklıkların süreceğini düşündürmektedir. Geçici anayasa yargı bağımsızlığı, yargı süreçlerinin hızlandırılması, adil yargılanma, temel özgürlükler ve haklar bakımından Esad anayasasına göre daha yüksek standartlar getirmiştir. İslam dininin hukukun yapılanması ve işleyişindeki konumu açısından iki metin arasında önemli bir fark bulunmamaktadır. Hukukun, adalet sisteminin nasıl işleyeceğini şimdiden kestirmek zordur, sistem siyasi yönetimin anlayışına ve uygulamalarına göre şekillenecektir.
Yeni rejimin “yeniden inşa” anlayışında Suriyelileşme sürecini hızlandırmak da muhtemelen öncelikli bir hedeftir. Nüfusu gayet heterojen bir yapıya sahip Suriye’de halk bir arada yaşama kültürüne yabancı değildir. Buna karşılık sahici bir Suriyelilik bilincinin gelişmediği bellidir. İç savaş ve Esad rejiminin artan zulmü bir arada yaşama kültürüne zarar vermiştir. Bu tahribat onarılamayacak düzeyde değildir.
Sünni çoğunluk ile Arap Alevileri arasındaki ilişkinin öneminin uzun uzadıya izahı gereksizdir. Yeni yönetimin resmi tutumuna göre Arap Alevileri Suriye’nin ayrılmaz parçasıdır. Eski rejimle çok yakın ilişki sürdürmüş imtiyazlı Arap Alevi aile ve kişiler bu anlayışın dışında tutulmaktadır. Sünni çoğunlukta Arap Alevilerine karşı belli bir kırgınlık vardır. Arap Alevilerinde de kaygı hüküm sürmektedir. Fakat, Sünniler ile Arap Aleviler arasında geri dönülmez bir kırılmadan bahsetmek yanlış olur.
Mart ayının başında Banyas başta olmak üzere ülkenin sahil kesiminde HTŞ’ye bağlı güvenlik güçleriyle Arap Alevileri arasında yaşanan olaylar maalesef bir tür katliama dönüşmüştür. Olayların önce Esad rejimi taraftarı gruplar tarafından provokasyon olarak başlatıldığı ve sonrasında güvenlik güçlerinin mukabelesinin kontrolden çıkarak katliama dönüştüğü genel kabul gören bir tespittir. Bu katliamla ilgili soruşturmanın bir an önce sonuçlanması ve faillerin gerekli yaptırımlara tabi tutulması iktidara yönelik suçlamaları hafifletecektir. Haziran ayı başında Latakya vilayetinde yaşanan nispeten sınırlı ama üzücü hadise karşısında hükümetin müdahalesi ve almış olduğu tedbirler, masum Arap Alevilerine karşı saldırgan hareketlerin güvenlik güçleri içindeki bariz disiplinsizlikten kaynaklanan münferit suçlar kapsamına girdiğini düşündürmektedir.
Eski rejimin haydut iş insanı Beşar Esad’ın kuzeni Rami Mahluf’un sahil bölgesini isyana teşvik eden, iktidar karşıtı eylemlerin artacağını öne süren açıklamalarını da hatırda tutmak gerekir. Arap Alevilerinin ezici çoğunluğu bu tür tahriklere iltifat etmemiştir.
Siyasi iktidarına içeride ve dışarıda en kuvvetli meşruiyeti sağlama arayışında olan, Suriye’de birliği, bütünlüğü ve düzeni sağlamayı hedefleyen, bugüne kadar intikamcı tavırlardan uzak durmuş olan Şara’nın Arap Alevilerine karşı sindirme ve imha politikası benimsemesi beklenmemelidir. Kaldı ki, Suriye’deki azınlıkların korunması birçok ülkenin yakından ilgilendiği bir konudur. Ama ülkenin lideri, HTŞ ve kendisine yakın diğer gruplara mensup gözü dönmüş radikal şahısları da tam bir denetim altına alma yetkinliğini ortaya koyabilmelidir. Sünniler ile Arap Alevileri arasında olabilecek en üst düzey uyumun sağlanabilmesi Suriye’nin geleceği ve Suriyelilik kimliğinin oluşturulması açısından en belirleyici sorundur.
Yeni rejim ile Dürziler arasında yaşanan gerginliklerin büyük ölçüde hafiflediği........
© T24
