menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Parlak kafesin içinden dünyaya bakmak

13 12
29.06.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

29 Haziran 2025

İki sezonu bir haftada bitirip, üçüncü sezonun ilk bölümünü yayınlandığı anda yakalayınca, içim dışım The Gilded Age oldu. Her sabah 1880’lerin kadife perdelerinden sarkarak uyanıyor, akşamları şatafatlı baloların etiketiyle yatağa giriyorum. Kızım “gilded ne demek?” diye sorduğunda, hiç düşünmeden “yaldızlı kafes dönemi” dedim. Sonra bir duraksadım; kafes de ne? Nereden çıktı? Gilded yaldızlı demekse age de dönem. Kafes ne? Sanırım sebep şu, The Gilded Age, her ne kadar yaldızlı bir sabun köpüğü gibi görünse de, bugünün kafeslerini anlamak için dönüp bakabileceğimiz, altın varaklı bir illüzyonun içinden konuşuyor. Bu, sadece bir dönem draması değil; sınıfın, görünürlüğün, aidiyetin ve güç yapılarının bugün hâlâ nasıl çalıştığını, üstelik görkemin diliyle anlatan bir çağ okuması. Tabii bütün bunları, satenden korseye, dramatik bakışlardan spiral merdivenlere uzanan bir sabun köpüğü melodramın içinden izliyoruz; hem de en kolayından.

Bugün yaşadığımız pek çok şeyin ipuçları bu dönemde var, vahşi kapitalizm, eski paranın yeni zenginlikle kurduğu gergin ittifaklar, kadınların görünürlük mücadeleleri, ırk ayrımcılığının medeniyet örtüsüyle bastırılma biçimleri. Dizide “old money” ve “new money” arasındaki mücadele, yalnızca servetin kimde olduğu meselesi değil; kimin aidiyet hakkı olduğuna dair bir kavga. New York’un “dört yüz” kişilik eski burjuvazisi, (onlara aristokrat diyemiyorum çünkü New York’ta durum İngiltere örneğinden epey farklı) ki içlerinde Astor ve Vanderbilt gibi aileler yer alıyor, yeni gelenlerin, özellikle demiryolu milyonerlerinin ya da sanayi zenginlerinin toplumsal merdiveni nasıl zorladığını dehşetle izler. Bu sınıf mücadelesi bugüne ne kadar da benziyor, kim ‘hakikî yurttaş’? Kim kurumlara dışarıdan gelen bir ‘yeni gelen’? Kim kendini yerleştirmiş, kim hep eşiğinde? Bugün“yeni” ya da “eski” olmak, mekânsal ya da tarihsel bir pozisyondan çok, duygulanımsal bir hâle dönüşmüş durumda. Kapitalizmin sinsi versiyonunda herkes içerideymiş gibi hissediyor ama yerini asla tam bilemiyor. Georg Simmel’in yıllar önce tarif ettiği gibi, yeni gelen figürü yalnızca dışarıdan biri değildir; aynı zamanda bulunduğu yere asla tamamen yerleşemeyen kişidir. Bugünün neoliberal düzeninde bu his genelleşmiş durumda, iş yerinde, okulda, şehirde ya da çevrimiçi platformlarda, herkesin yeri varmış gibi ama kimse tam olarak yerleşik değil. Aidiyet, kırılgan bir illüzyona dönüşmüş halde. 19. yüzyılın vahşi kapitalizmi, adını koyabildiğimiz bir düşmandı; bugünkü versiyon ise daha sinsice çalışıyor, herkesin hakkı varmış gibi, güvencedeymiş gibi davranılıyor. Oysa bu düzen, güvenlik duygusunun yerine sürekli tetikte olmayı, hak yerine şansı, vatandaşlık yerine marka değerini koymuş durumda. İnsanlar artık çalıştıkları saatleri saymıyor, kendilerini değerli hissettikleri dakikaları kovalamakla meşgul. Ve bu arayışta, herkes hem içeride gibi hissediyor hem de hep eşikte kalmaya mahkûm.

Dizinin geçtiği 1880’ler, işçi sınıfının yeni yeni ayağa kalktığı, sendikaların kurulmaya başladığı, grevlerin ilk büyük yankılarını duyurduğu yıllar. İnsanlar artık 12 saatten fazla çalışmanın yazgı olmadığını fark etmeye başlıyor; hak kavramı, ilk kez kitlesel bir bilinçle dile geliyordu. 8, 8, 8. 8 saat çalış, 8 saat uyu, 8 saat dilediğini yap. Bugünse garip bir çelişki içindeyiz, sanki haklar çoktan kazanılmış gibi davranılıyor, ama o hakların içi boşaltılmış durumda. Asgari güvenceyle sürdürülen freelance işler, kuralsızlaştırılmış platform ekonomileri, sürekli erişilebilirlik beklentisi... İşçilerin işverenle........

© T24