menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barok bir kalp: Guillermo del Toro’nun Frankenstein’ı

11 0
09.11.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

09 Kasım 2025

Mary Shelley’nin Frankenstein’ı doğrudan çağının duygusal, entelektüel ve bedensel ikliminden doğmuş bir eserdi. Kitabın yazıldığı koşulları anlamak için 1816 yılının yazına, tarihe yazsız geçen sene olarak geçen o olağanüstü mevsime dönmek gerekir.

Bu yazdan bir yıl önce, Endonezya’daki Tambora Yanardağı patlamış, bu patlama Avrupa’nın iklimini karanlığa gömmüştü. Güneş kimi zaman günlerce görünmüyor, gökyüzü kurşuni bir dumanla kaplanıyordu. Bu iklimsel felaket, Avrupa’da kıtlık, hastalık ve bir tür kıyamet duygusu yaratmıştı. İşte o yaz, Cenevre Gölü kıyısındaki Villa Diodati’de bir grup genç yazar Mary Godwin (daha sonradan Shelley soyadını alacaktı), Percy Bysshe Shelley, Lord Byron ve Byron’ın doktoru Polidori, yağmurdan kaçıp kendilerini uzun gecelere, kapalı odalara, hikâyelere ve tartışmalara verdiler.

Mary o zamanlar henüz on dokuz yaşındaydı. Annesi ünlü feminist filozof Mary Wollstonecraft, babası ise radikal düşünür William Godwin’di. Mary annesini doğumda kaybetmişti; annesinin Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (A Vindication of the Rights of Woman, 1792) kitabı, kızının yazgısını ve düşünce dünyasını biçimlendirmişti. Mary, çocuk yaşta annesinin mezarına gidip kitap okur ve ölümle konuşmaya çalışırdı. Frankenstein’daki ölüyü diriltme fikrinin kökleri, belki de ta o zamanda, kaybedilen anneyle kurulan o hayali diyalogda yatar.

Lord Byron, İngiltere’den skandallar yüzünden kaçmış, Cenevre’de göle bakan büyük bir villada yaşamaktaydı. Romantik hareketin asi yüzüydü; yakışıklıydı, bir aristokrattı, efsaneleşmiş biriydi. Percy Shelley ve Mary’yi misafir ettiğinde, niyeti bir gece eğlencesiydi ve “herkes bir korku hikâyesi yazsın” önerisini o getirdi. Aslında öneri edebi bir oyun değil, dönemin bilime, doğaya ve Tanrı’ya dair inançlarının da sınandığı bir deneydi.

Bir gece, gök gürültüsünün altında, ölü bedene elektrik vererek yaşam kıvılcımı yaratma deneylerinin konuşulduğu bir tartışma sırasında Mary’nin zihninde o meşhur ilk imge belirdi ardından bunun rüyasını gördü ve korku hikayesini yazmaya başladı. Bu hayalet aynı zamanda Mary’nin etrafındaki erkekler dünyasının, babanın ve sevgilinin gölgesinde kalmış bir kadının iç sesi gibiydi. Byron’ın karizması, Shelley’nin idealizmi, Polidori’nin yalnızlığı, hepsi bu yaratığın damarlarına karıştı. Ve böylece Frankenstein, erkek aklın yaratma hırsına, Tanrı rolüne soyunma tutkusuna karşı yazılmış bir feminist alegori oldu.

Mary Shelley, Byron’ın önerisiyle başlayan bir oyundan, edebiyat tarihinin en sarsıcı modern mitlerinden birini yarattı. Byron, kendi şiirlerinde insanın lanetli tutkularını yazarken, Mary aynı tutkuların bedelini bir beden üzerinden anlattı. Onun yaratığı, Byron’ın kahramanlarının karanlık ikizi oldu. Cenevre’deki o yaz boyunca Byron ve Shelley göl kıyısında uzun yürüyüşlere çıkar, doğa, ölüm ve insanın kudreti üzerine konuşurlardı. Mary bu sohbetleri dinlerken, romantik dehanın eril kibrine tanık oluyordu. Tanrı’yı inkâr eden ama onun yerine geçmek isteyen bir kuşak. Shelley doğayı aklın ışığıyla kavramak isterken, Byron tutkunun, melankolinin ve lanetin içinden konuşuyordu. Her ikisi de ölümsüzlük arayışındaydı ancak farklı yollarla, biri fikirle, diğeri şehvetle.

Frankenstein’ın yaratıcı figürü Victor kısmen Percy’nin idealist ama kör tutkularını, kısmen de Byron’ın kendine dönük büyüklük hezeyanını taşır. Yaratığın babası Tanrı’yı değil, insanın kendi yücelik arzusu içindeki karanlığı temsil eder. Byron’ın “Byronic hero” dediğimiz o lanetli........

© T24