menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Anlatmanın dayatıldığı çağda sessizliğe yer açmak

17 14
04.05.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

04 Mayıs 2025

Babam iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Başına gelenleri, kimi gerçeğe sadık kalarak, bazen de sahneye uygun hâle getirerek ama her zaman da komik anlatırdı. Aynı hikâyeyi farklı kişilerle paylaştığında her seferinde üzerinde küçük oynamalar yapar, tepkinin yoğunlaştığı yerleri genişletir, boş bakışların denk geldiği detayları bir sonraki seferde eleyiverirdi. Hikâye, onun için başına gelen bir şey değildi yalnızca; karşısındakine anlatılırken şekil alan bir şeydi. Söz, biçim verdikçe anlam kazanıyordu. Kimi zaman trajik bir anı komikleşiyor, kimi zaman sıradan bir ayrıntı olayın dönüm noktasına dönüşüyordu. Gerçek, hikâyenin hatırına eğilip bükülüyordu.

Bunun müthiş bir özellik olduğunu düşünürüm. Anlatabilmek, hayatın dağınıklığını toparlayabilmek demektir bir yanıyla. Ama son zamanlarda, anlatamayanın, hatta dahası anlatmak istemeyenin dışlandığı bir çağda yaşadığımızı düşünmeden edemiyorum. Elinizde “iyi bir hikâye” yoksa baştan kaybetmişsiniz gibi. Artık yalnızca başımıza ne geldiği değil, onu nasıl anlattığımız belirliyor değerimizi. Hikâyeleştiremeyen değil, anlatmak istemeyen de bu yeni çağda kaybeden ilan ediliyor. Anlatıdan çekilmek, neredeyse sosyal bir suç.

Bazı filmleri izledikten sonra yalnızca hikâyeye değil, bir niyetin yüküne de maruz kalmış gibi hissediyorum. Anlatılmak istenen şey, çoğu zaman hikâyenin önüne geçiyor gibi; bir fikir, bir duygu ya da bir mesaj, izleyicinin zihnine kazınmak üzere ısrarla biçimlendiriliyor. Dizi izliyorum; bir bakıyorum, karakterler diyalogların içine yerleştirilmiş açıklamalarla kendi duygusal evrimlerini anlatmakla meşgul. Neden kırıldıklarını, neden kırdıklarını, nasıl büyüdüklerini ya da artık neden “daha iyi” olduklarını çoğu zaman doğrudan bir monologla öğreniyoruz. Sanki susarsak eksik kalacakmışız gibi bir hâl. Böyle sahneleri izlerken bazen kendimi Yeşilçam filmlerindeki o meşhur telefon diyaloglarını hatırlarken buluyorum. Hani Cüneyt Arkın apar topar ahizeyi kaldırır ve tek başına şöyle konuşur: “Ne? Çok mu kötü? Ne? Yoğun bakımda mı? Ne? Ölüyor mu?” Bütün sahnenin özetini kendi başına anlatır, biz de olayı anlamış oluruz. O zamanlar bu sözlü anlatıya gülerdik. Ama şimdi dönüp baktığımda, bugünkü dramatik açıklama furyasının daha sofistike ama benzer bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Herkes kendi kendine konuşuyor, ama bu kez terapi diliyle.

Bu hafta izlediğim Sorry for Your Loss dizisine bu gözle baktım. Ana karakter Leigh’in yas sürecini takip eden dizide, neredeyse her duygusal eşik bir açıklamaya, bir iç döküşe, bir yüzleşmeye bağlanıyor konu. Blog yazıları, terapi seansları, dost sohbetleri ya da öfke patlamaları… Hepsi bir anlam üretme çabasıyla örülü. Karakterler yaşadıklarını yalnızca yaşamıyor, yaşadıklarını anlatmakla da yükümlüler. Kayıp, suçluluk, öfke ve pişmanlık gibi duygular, sezilmekten çok söze dökülerek var oluyor. Bu yapı, duygusal yoğunluğu artırmak yerine zaman zaman metin hissini güçlendiriyor, seyirciye ne hissedeceği çoktan söylenmiş oluyor. Oysa bazı anlatılar, anlatmamanın gücüne yaslanarak izleyiciye daha geniş bir alan açar. Rectify dizisi, bu anlamda dikkat çekici bir karşıtlık sunabilir mi diye düşünüyorum. İzleyeli oldu ama haksız yere idama mahkûm edilen Daniel Holden’ın hapisten çıkış süreci, büyük açıklamalar ya da didaktik yüzleşmeler yerine suskunlukla, bakışlarla, boşluklarla örülüydü. Daniel dizide çoğu zaman ne hissettiğini tam olarak bilmez ya da ifade etmez; bazen yalnızca durur, bakar, yürür. Anlatının yükü karakterden izleyiciye kayar, anlam, doğrudan verilmez; sezdirilir, çağrıştırılır, zamanla örülür. Sorry for Your Loss, anlatma zorunluluğunun dramatik biçimini temsil ederken, Rectify bu zorunluluğun dışına çıkar; sessizliğin bir anlatım biçimi olduğunu hatırlatır. Birincisi açıklayarak bağ kurar, ikincisi ise açıklamayı reddederek. Biri izleyiciye hazır bir anlam sunar; diğeri, anlamın boşlukta nasıl büyüyebileceğini gösterir.

Bu, çağın dayattığı anlatma zorunluluğu. İçerik bolluğu, dikkat kıtlığı, görünür olma baskısı ve algoritmik beğeni ekonomisi, bizi yalnızca bir şeyler üretmeye değil, sürekli anlatmaya da zorluyor. İçeriği sadece ekran........

© T24