Seçimler tiyatroya dönüşürse kapalı otoriter rejime geçeriz
İBB’ye operasyonlar, siyasetçilerin cezaevine tıkılması, Lozan tartışmalarıyla süren Terörsüz Türkiye açılımı ve Trump’ın Harvard’ı cezalandırma yöntemi. Gündemi, Stanford Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu ile masaya yatırdık.
Standford Üniversitesi’nde akademisyen olan Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, açılım sürecinden umutlu değil.
Her gün CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile ilgili bir iddiayla karşı karşıyayız. Dalga dalga operasyonlarla uyanıyoruz. Ekrem İmamoğlu ve yol arkadaşlarının yanı sıra Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ, eylem yapan öğrenciler gibi birçok kişi cezaevinde. Bu operasyonları nasıl değerlendiriyorsun?
Türkiye, uzun bir süredir yargı eliyle yürütülen siyasal operasyonlara sahne oluyor. Bilindiği üzere, 2013’e kadar devlet içinde fiilen bir “iç savaş” yaşandı ve bu çatışmanın en keskin cephelerinden biri ne yazık ki yargı oldu. Bu dönemde Türk yargısı ciddi bir güven kaybına uğradı. 2013 sonrasında, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, maalesef yargı bu kez yeni rejimin bir aygıtı hâline getirilmeye başlandı. Görünen o ki iktidar, yargının kilit noktalarına kendi kadrolarını yerleştirerek siyasal operasyonları bu kurum üzerinden yürütebileceğini düşündü. Rejim, önünde bir engel belirdiğinde ya da farklı muhalif kesimleri sindirme ihtiyacı duyduğunda, örnek teşkil edecek kişi ya da grupları hedef alarak yargıyı devreye sokuyor. Bazen bu süreçler, Cumhur İttifakı liderlerinin kişisel meselelerini de yargı yoluyla çözdükleri izlenimini veriyor.
Bir örnek verir misiniz?
Tabii. Selahattin Demirtaş’ın "Seni başkan yaptırmayacağız" çıkışı sonrası tutuklanması ya da Erdoğan’ın Gezi Direnişi’ni şahsi bir meydan okuma olarak görmesiyle başlayan ve hâlâ süren davalar, yargının kişisel intikam aracı olarak kullanıldığını düşündürüyor. Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay gibi isimler bugün sembolik tutsaklara dönüşmüş durumda. Özellikle Demirtaş, Kürt siyasal hareketinin liderliği için öne çıkan bir figürdü; bu nedenle onun liderliği, rejimin Öcalan ile yürüttüğü müzakereyi zora sokabilirdi. Ümit Özdağ’ın tutuklanması ise bir yönüyle Devlet Bahçeli’ye dönük eleştirileri ve Bahçeli-Öcalan sürecine karşı etkili bir karşı duruş sergileyebilecek olmasıyla ilişkili görünüyor. Ancak Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyon, tüm bu süreçlerden farklı bir boyuta sahip. Erdoğan’a karşı en etkili ve geniş toplumsal desteğe sahip siyasetçi konumunda olan İmamoğlu’nun tasfiye edilmek istendiği uzun süredir yazılıp çiziliyordu. Belli ki Ekrem İmamoğlu da bu durumun farkındaydı, ancak buna rağmen geri çekilmedi. Aksine, erken bir kampanya yürüterek Erdoğan’a karşı güçlü bir toplumsal desteği harekete geçirebileceğini gösterdi. Görünüşe göre iktidar bu noktada zor bir karar verdi: Savcılığın elinde somut bir delil bulunmaksızın, “nasıl olsa bir şeyler buluruz” mantığıyla 19 Mart operasyonunu başlattılar. Belki de bu süreçte “CHP içinde bölünmeler olur”, “Kürt seçmen CHP’den uzaklaşır” ve “Trump yönetimi döneminde uluslararası konjonktür bu tür adımlar için daha elverişli” düşüncesiyle hareket ettiler.
CHP’nin bu durum karşısındaki duruşunu nasıl buluyorsunuz?
Beklentilerin aksine, bu operasyon CHP’yi bölmek bir yana daha da tetikledi; parti, toplumsal muhalefetle birlikte hareket etmeye başladı. Özgür Özel’in ortaya koyduğu kararlı duruş da bu süreci güçlendirdi. Öte yandan, elde somut bir delil olmaması nedeniyle iddianamenin içi doldurulamadı. Bu nedenle operasyonlar giderek daha agresif bir hal aldı ve genişlemeye başladı. Ortaya çıkan tablo oldukça çarpıcı: Bir yandan Ekrem İmamoğlu’nu kamuoyunda unutturmak istiyorlar, öte yandan hukuki bir zemin oluşturulamıyor. Bu kez itirafçı yaratma çabaları öne çıkıyor; ancak her yeni adım, kamuoyunda daha büyük tepkilere yol açıyor.
Tüm bunların yaşandığı sisteme baktığınızda adını ne koyarsın?
Aslında bu yaşananlar Cumhuriyet’in kurumsal birikimini önemseyenler için tarifsiz bir acı. Türk yargısı, tarihinin en derin krizini ve en büyük güven kaybını yaşıyor. Yazık! Bu ortamda sorumluluk sahibi, haysiyetli yargı mensuplarının nasıl olup da bu duruma katlandığını anlamakta zorlanıyorum. Yargıdaki bu derin kriz bir yana, daha geniş bir perspektiften baktığımızda ortaya çıkan tablo şu: 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’de yeni bir rejim kurulma süreci yaşandı. Bu rejim eski düzeni bir ölçüde tasfiye etti, ancak yerine istikrarlı bir yeni düzen ve istikrar inşa edemedi. Türkiye bugün siyasi, iktisadi, demografik, kültürel… her açıdan büyük bir kaos içinde. Bazı akademisyenler, Türkiye’deki yeni rejimi “Sultanizm” kavramıyla açıklamaya çalışıyor.
Değil mi?
Kuşkusuz, bu rejimin sultanizme benzeyen yanları var: kişiselleşmiş iktidar yapısı, kurumların liderin iradesine tabi kılınması, hukukun keyfi biçimde işletilmesi gibi. Ancak bu kavramsal çerçeve, rejimin içindeki gerilimleri, süreklilik arz eden istikrarsızlık üretme eğilimini ve birden fazla siyasal biçimi aynı anda taşıma özelliğini tam olarak açıklayamıyor. Rejimin en dikkat çekici özelliklerinden biri, eşzamanlı olarak farklı siyasal biçimleri bir arada taşıyabilmesi. Bir yandan seçimlerin yapılması, meclisin çalışması ve partilerin faaliyet göstermesiyle demokratik normlara uyuluyormuş görüntüsü verilirken, öte yandan bu görünüm, olağanüstü rejim tahayyülünü perdeleyen bir araç işlevi görüyor. 2016 darbe girişiminin bir “devrim” olarak tanımlanması ve bu “devrim sonrası” dönemin istisnai koşullarının, hukukun askıya alınmasını ve muhalefetin sistem dışına itilmesini meşrulaştırdığı savunuluyor. Böylece, rejim hem hukukiliği simüle eden bir çerçeve sunuyor, hem de onun dışında işleyen, keyfî ve araçsal bir iktidar pratiğini sürdürüyor. Bu esneklik içinde Erdoğan, sıradan bir siyasal aktör olarak değil, tarihsel bir dönemeçte “Yeni” Türkiye’nin kurucu önderi olarak sunuluyor. Demokratik normların, hukukun ötesinde konumlanıyor. Lakin bu tahayyül, toplumun geniş kesimlerinde bir karşılık bulamıyor. Karşılık bulamayınca demokratik alan daha çok daralıyor. Bu daralma otoriterleşmeye dönüşüyor ama otoriter bile olsa istikrarlı bir düzen kurulamıyor. Böyle bir çıkmaz içindeyiz.
‘DEVRİM YAPTIK DİYENLERİN FANTAZİLERİ’
CHP Lideri Özgür Özel meydanları dolduruyor. Özellikle gençlerin itirazı büyük. Bugün sandık gelse CHP’nin kazanacağını söylüyor anketler. Bunları konuştuğunuzda hemen bir sonraki cümle ‘Sandık gelir mi’ oluyor. Senin de aklında böyle bir soru var mı?
Yukarıdaki tespiti tekrarlayayım: Bu rejim, eski düzeni kısmen tasfiye etti. Ancak yerine tutarlı, istikrarlı, kapsayıcı bir yeni düzen inşa edemedi. Çünkü böyle bir kapasitesi, meşruiyet zemini ve ideolojik bütünlüğü yok. Erdoğan’ı bu yapıdan çıkardığınızda geriye neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Bu yüzden “biz devrim yaptık, yeni bir Türkiye kurduk” diyenlere, ancak fantezilerine duyduğumuz saygı kadar kredi verebiliriz. Peki sandık gerçekten gelecek mi? Rejim çevresinde akıl ve sağduyu sahibi insanlar da vardır muhtemelen. Onlar da rejimin meşruiyetini hızla kaybettiğinin farkındadır. Ancak eğer seçimler tamamen bir tiyatroya dönüşürse örneğin İmamoğlu'nun aday olması engellenirse ya da mesela CHP’ye kayyum atanırsa o zaman bu meşruiyet krizinin çok daha derin bir evresine geçmiş oluruz. Böyle bir an gelirse ne olacağını öngörmek zor, ama şunu söyleyebiliriz: O noktada Türkiye, kapalı otoriter bir rejime geçmiş olur. Böyle bir rejimin Türkiye’de uzun süre........
© Sözcü
